antalya'dan önce trabzon valisi olarak görev yaparken tanıştığım; ismini görünce tebessüm ettiğim validir.
daha ilkokula gidiyordum o zamanlar, henüz delikanlı değiliz ama vardı işte kanımızda delilik. (prologue)
nereden esmişse uğraşıp didinip okul gazetesi çıkarıyoruz arkadaşlarla, sonra bir gün kendimizi gerçek bir gazetede manşette görüyoruz, televizyon kanalları da peşimizde. (bir başından bir kıçından anlatayım ki heyecan olsun dedim, olmadı di mi lan?)
neyse, salak veletler olarak a3 kağıtlara basıp fotokopi yoluyla çoğalttığımız tek yapraklık gazeteyi yine salak velet arkadaşlarımıza satıyor ve o parayla sınıfın demirbaş eksiğini tamamlıyorduk işte. tabi bu mutlu çember sevgili okul müdürümüzün gelip de gazetemizi sansürlemek istemesiyle bir gün dağılıveriyor. haksızlığa uğramak kötüdür de, ergen beyinlerimizin hangi kıvrımından çıktığını bilmediğimiz bir fikirle valiliğin kapısında buluyoruz kendimizi, yanımızda da yerel gazeteden iki muhabirle hem de. neyimize güvendik bilmiyorum ama gidip okul müdürümüzü şikayet ediyoruz çatır çatır, çocuk aklıyla taşak malzemesi olduğumuzu da anlamıyoruz haliyle. henüz biz oradayken valilik makamından telefon edilen ve kulağı çekilen okul müdürünün ertesi gün bize ne yapacağını da düşünemiyoruz o an.
sabah okula giderken bayiden aldığım yerel gazetenin manşetinde (bkz:
sansürcü müdür) kendimi görünce şaşırıyorum ama asıl okul bahçesine girdiğimde tüm öğretmenlerin bana tip tip baktığını gördüğümde anlıyorum olayın vehametini. sonrası eğlencelik tabi; peşimize düşen ulusal gazete ve televizyon muhabirlerini zorlukla atlatıyor evdekiler, ve yine bizimkilerin zoruyla ertesi gün müdüre özür ziyaretine gidiyoruz elimizde çiçekle falan, uzunca bir süre konuşuluyoruz o küçük şehirde, bacak kadar boyumuzdan büyük bir boku sıçıyor ve güzel bir anı olarak bugüne kadar saklıyoruz.
velhasılı kelam; kısa süren gazetecilik hayatım alaaddin yüksel ile bitiyor. (epilogue)