geçtiğimiz hafta sonu filmi izledim ve filmi genel olarak beğenmediğimi söylemek istiyorum. yorumlarıma başlamadan önce filmi izlemek isteyenlere önerim gerçekten vakitleri varsa filme gitmeleri yönünde olacak çünkü film yanılmıyorsam 3 saatten biraz fazla sürüyor. ayrıca filme gidecek olanların yalnız gitmelerini tavsiye ediyorum; eğer çift olarak giderseniz yanınızdaki kişi -doğal olarak- sıkılabilir ve bu da filmden kopmanıza neden olabilir ki ben tam da bunu yaşadım. sonuçta, beraber güzel vakit geçirmeye gidiyorsunuz ve yanınızdaki kişinin yaptığınız aktiviteden keyif alıp almaması da çok büyük bir kaygı (en azından benim için öyle).
filmi beğenmememin sebeplerini aşağıda filmden kesitlerle açıklamaya çalışacağım. öncelikle filmin hikayesi çok tanıdık ve bizden; bu yüzden filmin beni içine çekmesini çok bekledim. ben bekledikçe zaman geçti, zaman geçtikçe ben filme giremedim ve tamı tamına 3 saat oldu. film bittiğinde ben hâlâ filmin içine girememiştim ve açıkçası hayal kırıklığına uğradım.
---
spoiler---
konuya gelecek olursak her memur çocuğu gibi taşradan bin bir zorlukla üniversiteye giden ve mezun olduktan sonra hayata tutunmaya çalışan gencin, sinan'ın hayatını anlatan; en başta söylediğim gibi konusu da çok içimizden olan bir filmdi. aslında sadece sinan'ın hayatını anlatmakla kalmıyordu film, daha çok babasının ve ailesinin hayatından izler sunarak, bu ilişkilerin sinan'ın hayatına olan etkisinden de bahsediyordu. ki film başlar başlamaz kuyumcunun önünden geçerken yaşadığı diyalog, sinan'ın mezun olduktan sonraki sıkıntıları yetmeyecekmiş gibi bir de babasının sorumsuzluğu yüzünden mahvolacak hayatlarının ceremesini çekeceğini daha ilk dakikadan gözler önüne sermişti.
i̇lk sevmediğim nokta: film çanakkale çan'da geçiyor. sinan karakteri ise çanakkale yöresiyle uzaktan yakından alakası olmayan bir şiveyle konuşuyor. atıyorum film çorum'da falan geçse bu kadar itici gelmeyebilirdi.
hatice (hazar ergüçlü) ile ağacın altındaki sahne de bir o kadar yapay ve doğallıktan uzaktı. su bidonlarını bırakıp yarım saat tarlaya dönmeyen bir kadın, köy ortamında bu kadar rahat davranamaz. ancak hep siz mi gideceksiniz, biraz da biz gidelim vurgusu güzeldi.
sinan'ın bütün film boyunca montla dolaşması fakir bir aile çocuğunun yaşayabileceği bir şey ve çok doğal. ancak gel gelelim filmde uzun bir zaman dilimi anlatılıyor. hadi yazın mezun olamadın dönem uzattın memleketine kış ortasında döndün. kpss'ye girdin mont giydin, hatice'yi evlendirdin mont giydin. bu kadar uzun bir zaman dönemi sanki sadece kışın mı yaşandı? filmi kasvetli yapacağız diye neden bu kadar kastınız ki?
kitapçıdaki yazar ile diyaloglar aşırı derecede yapay geldi, bilemiyorum belki de hayatımda daha önce bir yazar ile konuşmadığımdan dolayı bu hisse kapılmışımdır. kitabını yayımlaması için destek istemeye gittiğin birine sürekli iğneleyici tavırlarla laf sokmaya kalkarsan adam da o taslağı alır bir tarafına sokar güzel kardeşim. kimse birbirini kandırmasın.
köyün imamlarıyla yaptığı sohbet çok daha ilgi çekici olabilirdi. i̇mam rolünü oynayan her kimse hiç beğenmedim. kameraya bakmamaya çalıştığı o kadar belliydi ki göz mimikleri inanılmaz rahatsız ediciydi. ancak diğer imamın yunus emre'nin şiirini unutması da bir o kadar güzeldi. hangimiz bir şiiri tam olarak hatırlayabiliyoruz ki?
sinan'ın askerden döndükten sonra hiç bir şeyden haberinin olmaması da çok yapaydı. günümüz, iletişim çağı ve her türk genci ailesiyle ne kadar sorunlu olursa olsun, askerde ailesiyle telefonda muhakkak görüşür. bu yıllardır böyle askerde olan birey ama ailesine mektup yazar ama jetonlu telefonla arardı günümüzde de iletişim olmaması mümkün değil. yani ben askerdeyken babamın emekli olup olmadığını bilirim ya da döndüğümde babam dün mü döndün diye sormaz. hele ortalama bir memur ailesinden bahsediyorsak hiç bir babanın çocuğunun askerden döndüğü tarihi bilmemesine imkan yok. doğanın kanununa aykırı.
en çok beğendiğim nokta ise kitabı annesine ithaf ettiği halde annesinin ve kardeşinin kitabı okumaması ama sorumsuzluklarla suçlanan babasının kitabın altını çizerek okumasıydı. babanın, kitapla ilgili oğluyla sohbet etmesi ve cüzdanından çıkan haber küpürü kitaba ne kadar önem verdiğinin göstergesiydi.
sinan'ın annesiyle geçen bir diyaloğunda babasının edebiyata, doğaya ne kadar düşkün olduğunu anlatıyordu. böylesine duyarlı bir insan nasıl olur da kendini at yarışına, sorumsuzluğa verebilirdi ki? bence babanın hayatının kırılma noktası tam da buydu. kadınlara kendini istediğin kadar anlat, hatta ve hatta kitap ithaf et derinine giremeyince giremiyorsun. aslında sinan, babasının hayatının hayatının aynısını yaşadığını en sonunda anladı. babasının, su çıkmayacağını bildiği halde kuyudan su çıkarmak için kazması gibi kitabını yayımlatmaya çalıştı. hep saçma bulduğu halde son sahnede kuyuya girip kazmaya başlaması bu gerçekle yüzleştiğini ve hayatın aslında döngülerden ibaret olduğunu gösteriyordu. en azından ben öyle anladım.
---
spoiler---