şehirle altta kalanın canı çıksın oynuyorduk. katakulliye gelmiştim, bütün şehir birden üstüme çullanıvermişti. sağlıklı bir nefese ihtiyacım vardı,
bir aralık fırsat bulabildim, bütün havayı içime çektim ama o da ne, ciğerlerim hırıldıyordu. hasiktir çok içtim gene dedim.
çok sevdiğim insanlarla bilmem kaç kez dünyayı kurtardığımız bu çay bahçesinde, tek başıma önümdeki tahta sehpaya bakarak, karbonat manyağı çayımı yudumluyordum. burada çay her zaman berbat olurdu ama başka bir şey istemek hatasına düşerseniz uzun süre beklemek zorundaydınız.
bekleyecek vaktim yoktu, beni şehrin diğer yakasına atacak vapur birazdan burada olacaktı.
vapur geldi, üst katta koridoru görebileceğim bir yere oturarak insanları seyretmeye başladım. kim nasıl giyinmiş, ellerindeki poşetlerde ne var, bu kızın yüzü niye asık vs. diye düşünürken karşı iskeleye vardık.
beklemeye başladım. bir aralık dalmışım, pat diye önümde bitiverdi. yüz metreden tanıdım oğlum! dedi. hafifçe gülümsedim, yürümeye başladık.
yolda yürürken sıkıntılı zamanlardan bahsettik. arkamızdan gelen otobüsün altına girmeyi teklif ettim ama daha konuşamadık bile gibi bir şeyler söyleyince buna niyetinin olmadığını anladım.
güzelinden bir cafeye sığındık. bana bir hediyesi varmış, gözlerimi kapattım, açtığımda masada koca bir kutu ithal beyaz çikolata duruyordu. birkaç parça yedikten sonra midemin bu işkenceye dayanamayacağını (sanırım içinde domuz yağı vardı) anladıysam da çaktırmak istemedim. arada kahve sigara derken yemeye çalıştım ama son iki parçada yeter artık! diye haykırdım da dinlemedi, lafımla beraber çikolataları da ağzıma tıktı.
bu gotik mimari üstadıyla geleceğin yapılarından bahsettik. ona göre geleceğin konser salonlarının girişindeki mermer kolonlarda mikael akerfeldt kabartmaları olmalıymış.fikre bak! yahu senin tasarlayacağın evde altı ay içinde intihar etmeyecek adam tanımıyorum dedim, kendine geldi.
ardından kübik bir ev tasarımından bahsettik. farklı taraflarını aynı anda sergileyebilen üç boyutlu bir şey nasıl yapılabilir ki acaba? sorusundan konuyu bir gün discovery channelda yayınlanacak müthiş mimari keşiflerine getirdi.
bunların detaylarını verirsem beni öldürür her halde.
her ne kadar bu genç yaşta böyle güçlü bir ego görmemiş olsam da sohbetimiz daha insani konulara gelince içindeki gotik ama umutlu insanla tanıştım. saatlerce anlattı, keyifle dinletmesini de bildi.
riversideın, hayal kahvesinin küçücük sahnesinde (gitarist merdivende çalıyormuş) konser vermesine bir hayli içerlemiş, sık sık gözleri doluyordu. yatıştırmak için bana hediye ettiği çikolatadan bir parça uzattım, mideye indirdikten sonra kusmaya başlamasına şaşırmadım.
bir yudum insanda bu akşamki konuğumuz arkhe idi. metalin gölgesinde yükselttiği binalardan, gotik ama umutlu hayatlardan, ithal beyaz çikolatadan filan konuştuk, dünyayı kurtaramadık ama bir tatlı huzur alıp geldik. var olsun.
bir aralık fırsat bulabildim, bütün havayı içime çektim ama o da ne, ciğerlerim hırıldıyordu. hasiktir çok içtim gene dedim.
çok sevdiğim insanlarla bilmem kaç kez dünyayı kurtardığımız bu çay bahçesinde, tek başıma önümdeki tahta sehpaya bakarak, karbonat manyağı çayımı yudumluyordum. burada çay her zaman berbat olurdu ama başka bir şey istemek hatasına düşerseniz uzun süre beklemek zorundaydınız.
bekleyecek vaktim yoktu, beni şehrin diğer yakasına atacak vapur birazdan burada olacaktı.
vapur geldi, üst katta koridoru görebileceğim bir yere oturarak insanları seyretmeye başladım. kim nasıl giyinmiş, ellerindeki poşetlerde ne var, bu kızın yüzü niye asık vs. diye düşünürken karşı iskeleye vardık.
beklemeye başladım. bir aralık dalmışım, pat diye önümde bitiverdi. yüz metreden tanıdım oğlum! dedi. hafifçe gülümsedim, yürümeye başladık.
yolda yürürken sıkıntılı zamanlardan bahsettik. arkamızdan gelen otobüsün altına girmeyi teklif ettim ama daha konuşamadık bile gibi bir şeyler söyleyince buna niyetinin olmadığını anladım.
güzelinden bir cafeye sığındık. bana bir hediyesi varmış, gözlerimi kapattım, açtığımda masada koca bir kutu ithal beyaz çikolata duruyordu. birkaç parça yedikten sonra midemin bu işkenceye dayanamayacağını (sanırım içinde domuz yağı vardı) anladıysam da çaktırmak istemedim. arada kahve sigara derken yemeye çalıştım ama son iki parçada yeter artık! diye haykırdım da dinlemedi, lafımla beraber çikolataları da ağzıma tıktı.
bu gotik mimari üstadıyla geleceğin yapılarından bahsettik. ona göre geleceğin konser salonlarının girişindeki mermer kolonlarda mikael akerfeldt kabartmaları olmalıymış.fikre bak! yahu senin tasarlayacağın evde altı ay içinde intihar etmeyecek adam tanımıyorum dedim, kendine geldi.
ardından kübik bir ev tasarımından bahsettik. farklı taraflarını aynı anda sergileyebilen üç boyutlu bir şey nasıl yapılabilir ki acaba? sorusundan konuyu bir gün discovery channelda yayınlanacak müthiş mimari keşiflerine getirdi.
bunların detaylarını verirsem beni öldürür her halde.
her ne kadar bu genç yaşta böyle güçlü bir ego görmemiş olsam da sohbetimiz daha insani konulara gelince içindeki gotik ama umutlu insanla tanıştım. saatlerce anlattı, keyifle dinletmesini de bildi.
riversideın, hayal kahvesinin küçücük sahnesinde (gitarist merdivende çalıyormuş) konser vermesine bir hayli içerlemiş, sık sık gözleri doluyordu. yatıştırmak için bana hediye ettiği çikolatadan bir parça uzattım, mideye indirdikten sonra kusmaya başlamasına şaşırmadım.
bir yudum insanda bu akşamki konuğumuz arkhe idi. metalin gölgesinde yükselttiği binalardan, gotik ama umutlu hayatlardan, ithal beyaz çikolatadan filan konuştuk, dünyayı kurtaramadık ama bir tatlı huzur alıp geldik. var olsun.