çocukluğun soğuk geceleri

1 /
dadaist yapıbozumcu dadaist yapıbozumcu
soğuk gecelerin, kişinin yaşamını şekillendiren çocukluk döneminde yaşananlarına denir. bu geceler sonsuza ıraksayan bir dizidir, netekim, insan yavrusunun yüreğine yumruk gibi oturur ( " you can take the child from the cold, but not the cold out from the child ! " ), kasabadan hallice il merkezlerinin sokaklarında esen rüzgar en çok bu gecelerde kalpleri üşütür öyle ki, anneannelere sarılarak ancak uyunur, annenin geç biten mesailerinde; uyur gibi yapılarak yüzünde sevgi izleri aranır, bu yazıyı yazan yazar işbu geceler aklına geldiği için yazıyı toplayamaz, saçmalar, ne bileyim
dipnot: bana cezmi ersöz demeyin, kırarım, kırılırım
mar adentro mar adentro
hem kadın,hem ana,hem de çocuk saflığıyla yazılmış başarılı bir roman.kitabı okurken duygularını yoğun yaşayan,uçlarda dolaşan,samimi,sefkatli küçük bir kız çocuğuyla konuştum.o kız çocuğu,büyüdü kadın oldu ana oldu üzerinden bir yaşam geçti ama o içindeki kız çocuğundan vazgeçemedi....kitaptan;
"bu denli çözümsüz,dış olgulara bağımlı bir yaşamın içinde olmamak ne büyük bir mutluluk.o esir.her gün yaşlanmaya,her gün kafasından ve gövdesinden bir şeyler yitirmeye esir.her gün gelişen,her gün büyüyen,tüm çağlara varan bir bağımsızlığın,nesnelere dayanan bir özgürlüğün mutluluğuna hiç varmayacak.anadili bile gelişmemiş.düşünceleri,insan varoluşunun gerçeğini kavramaya yeterli değil."
mental retardasyon mental retardasyon
insanın içinde ki septikliği 1000e katlayan kitap. şahane!

"karşı çıkmak isteğim evler, koltuklar, halılar, müzikler,
öğretmenler var. karşı çıkmak istediğim kurallar var. bir haykırış!
küçük dünyanız sizin olsun." - tezer özlü
heidi heidi
tasvirleri anlatım tarzı yazarın baktığı yerler içinde yolculuğa çıkartıyor okuyanı. cümleler o yüzden etkiliyor olmalı.
"çok yorgunum, derin uykularda olmam gerek..."
mar adentro mar adentro
" onunla yatarken, sanki aradan geçen yıllarda ne bir erkek, ne de büyük o büyük acılar var. dipdiri kalmış bir sevgi, bir istek var yalnız. yıllar, olaylar beni yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. güzelin, bir insanın sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana. düşünüldüğünde insanın tüm bedenini titreten, boşalmaya vardıran yatmalar vardır.
birbirimizden çok uzağız. her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz.
'erkeği böyle düşündüm. onunla yattığım gibi. onu seviyorum. onu sevmeyi öğrendim'"
kozmi kozmi
"neden ya neden, neden almadın bana o bebeği, çok güzeldi o bebek baba, benim neden öyle bebeğim olmadı, şimdi herkeste var bende yok işte of ya offf..." diye cümlelerle başlayan, ne korkunç gecelerdir. hayatında her istediğinin olmayacağını anlamaya başladığın, ilk isteğin olmadığında o kadar acı çekiyorsan, bundan sonrasını düşünemediğin kabus geceler. neden o zamanlarda başlar ki bu geceler, bari çocukluğumuzda istediğimiz ve bir daha asla sahip olamayacağımız şeylere yani o alınan bebekle kurulan hayallere sahip olsak. ama işte o gece de başlayan ve asla yakanızı bırakmayacak olan gecelerin sadece başlangıcıdır o soğuk geceler...
qsxdr qsxdr
seyyar sahne'nin sergilediği bir oyun.

ama olmamış. tezer'i* yansıtamadı oyuncu. haraketlerin, bazen de mimiklerin akışı evet, gayet uygundu ancak konuşmasını da o akışa eşlik ettirmeye çalışırken kullandığı bazı ses tonları o kadar uzaktı ki tezer'den, oyundan bile uzaklaştırıyordu. bir çocuk, kırkbeş - elli yaşlarındaki bir kadının, kendisiyle ilgili bir olayı vs överken kullandığı ses tonunu kullanmamalıydı misal. tezer'in ses tonunda böyle bir muhtaçlık olmamalıydı, ne çocukluğunda ne de gençliğinde. kimseye muhtaç değil denemese de, genel olarak kendi hayatını yaşayan biri için bu ses çok garip.
hatta bazen oyunun havasından çıkıp komedi izliyormuş hissi uyandırıyordu insanda. öyle ki, seyircinin güldüğü sahnelerin sayısı, genel olarak istenmeyen bir evde geçen çocukluğun, psikiyatri kliniklerinde geçen bir gençliğin anlatıldığı bu hikayede olması gerekenden fazlaydı. bilinç akışının içine çekemedi oyuncu tam olarak seyircileri, bu sebepten.

"pazar günleri... şimdilerde... sokak aralarından geçerken... gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep."
sokaktan gelen adam sokaktan gelen adam
hangi ksımdan tutup örnek vereyim bilemedim:

ccc kitabın sonu ccc

ilk kez karşı karşıya oturuyoruz. yalnız politika konuşmuyoruz. ikimiz de birbirimizle ilgili tek sözcük kullanmıyoruz. içimizde garip bir sevinç var. yağmuru, boğaz'ı, meyhaneyi, politikayı, yaşanması güç bu büyük kenti nasıl da seviyorum.

onunla yatarken, sanki aradan geçen uzun yıllarda ne bir erkek, ne de o büyük acılar var. dipdiri kalmış bir sevgi, bir istek var yalnız. yıllar, olaylar beni hiç yıpratmamış, aksine duygularıma yön vermiş. güzelin, bir insanı sevmenin, bir insanın tenini okşamanın, bir insanla birleşmenin kutsallığını, bu kutsallığın tadına varmayı öğretmiş bana. yatmaların hepsi aynı güzellikte değildir. düşünüldüğünde insanın tüm bedenini titreten, boşalmaya vardıran yatmalar vardır.

birbirimizden hep uzağız. her gece birlikteymiş gibi yatıyoruz. hep birlikte olmak istiyor gibi yatıyoruz.
"erkeği böyle düşündüm. şimdi onunla yattığım gibi. onu seviyorum. onu sevmeyi öğrendim."
bir kaç saat sonra gün başlayacak.herkes keni biiminde günü yaşamaya yönelecek.
onunla boşalmak öylesine doyumsuz ki, sanki bu ülkede güneşdoğudan doğuyor ve gerçekten batıdan batıyor.
sabaha doğru yeniden yatıyoruz. beni bekleyen ve bedenimi uyuşturan sıcaklığını tüm ıslaklığımda duyduğum insan. yaşamın en güzel anı. denizlere, kumsallara, rüzgarla, yeryüzü ve gökyüzüyle birlikte varoluşu derinden duyduğum ilk an. iki insanın birleşmesiyle kutsallaşan bu an. sonsuzluk. varoluşun tüm zamanlarını uzlaştıran bu an. iki insanın birleşmesindeki sonsuzluk özü olmalı insan yaşamının. özü olmalı güneşin.özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. bizi saran sıcaklığın. soğuyan gecelerin. ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. akdeniz'in üzerini kaplayan mavi gökyüzünün özü olmalı bu birleşme. bu ıslaklık. sonsuza dek varan, yaşatan, sonra yaşamı uzaklara, akdeniz'in kıyılarda beyazlaşan dalgaları ya da yeşil durgunluğu gerisindeki ufuklara iten gücün.

bizi saran sıcaklığın. soğuyan gecelerin. ve geceleri bürüyen yıldızların. ve dolunayın. ve dolunayla birlikte uykusuz kalan insanların. dolunayla birlikte uykusuz kalınan gecelerin soluk, sisli sabahlarında ölümü bekleyen insanların.
(ölüm de bir günlük olay değil mi?)

biz saran sıcaklığın. soğuyan gecelerin. ve geceleri bürüyen yıldızların. iki insanın sarılarak geirdiği bu sarsıntı özü olmalı bu evrenin. sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara doğru devreden bu birleşme...

ccc kitabın sonu ccc
urania urania
altmış beş sayfalık şaheser.

"tanrı'nın var olup olmadığını düşünüyorum. tanrı'nın var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. artık yakarmama gerek kalmadı. istediğimi düşünebilirim."

"karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. herkes her geceki uykusunu uyuyor. ev soğuk. çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. genç bir kızım. ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. karşı çıkmak istediğim kurallar var. bir haykırış! küçük dünyanız sizin olsun. bir haykırış!"

"yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan bir yabancı öge gibi önümüze getirilmiş. coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. neye?"

"öfke içinde büyüyoruz. oturduğumuz semte, sokağa, odalara, eşyalara, kış aylarında güçlükle ısıttığımız, eskimiş, ortası çukur pamuk yataklara öfke duyarak büyüyoruz. yaşam yalnızca sokaklarda."

"hiç düşündünüz mü? ölen bir insanı gerçekten bir kez daha görebilir misiniz? ölen bir okula gidebilir misiniz? ölen bir evde uyuyabilir misiniz? o yıllar öldü. o yılları bize öldürecek biçimde yaşattılar."

"mutluluğun insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyorum."

"herkes herkessiz yaşayabilir."

"onlar şakacı, özgür "beni" arıyor. bulamıyor. onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil. onların dünyasında coşku delilik derecesine varmıyor. onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna, belki de ölüm isteğine dönüşmüyor."

"yaşam mutlak tutkularla dolu. yaşamı sevmekle birlikte ölüme alışmak da büyüyor, gelişiyor. güzellikler kazanıyor. bu sevgiyi nasıl rahatlıkla uğurluyorsam, yaşamı da o denli rahat, o denli güzel uğurlamalı. sevgilerimi doyumla devretmeliyim. esintilerin yumuşaklığı, akdeniz yağmurunun yoğunluğu gibi."

"daha güzel yaşam diye birşey yok. daha güzel yaşamlar ötelerde değil. güzel yaşam burada. taksim alanı'nda."
aylak kadın aylak kadın
okurken, hani o elektrik verilirken, içiniz titriyor. dalıyorsunuz dehlizinize. sonra o zalim cümleler kanatıyor. altınıza ediyor, bağırsaklarınızın çıktığını hissediyorsunuz. iç titretir.
sokak lambasindan gelen ses sokak lambasindan gelen ses
acının kelime kelime anlatıldığı incecik roman. yazarın içinde kıvrandığı ruhsal bunalımların yansımasını okurken insan aslında acıya o kadar da batmadığını düşünüyor. evet ben zamanın ezici ağırlığının ruhuma verdiği acıdan şikayet ediyorum ancak bu kitabı okuduktan sonra ruhsal acının bir üst sınırı olmadığına inandım. hayattan muzdarip bir ruhtu tezer özlü tıpkı oğuz atay gibi, yaşamayı delice severken yaşayamamanın ızdırabını duymak, bir türlü o kalabalığa karışamamak... o incecik kitaptaki acının yoğunluğu yoruyor insanı, yazarın hayattan tez gitmesi de bir yerde anlam kazanıyor aslında bu kitapla...
deliyaylaa deliyaylaa
"çok yorgunum. çelimsiz bacaklarımın, günlerdir yol yürümüşçesine feri kesiliyor. bu yaşta gönül, hiç böyle yorulur mu? gözlerimin alt kirpik çizgisinde suyolu oluşuyor. akıtmıyorum, utanıyorum. aslında erkekler ağlamaz ama ben kendimi erkek hissediyorum. erkek adam ağlamaz diyorum.. bir orada bir burada olmak, yorgunluğumun yanına sıkıntı da katıyor. ruhumun daralgınlığı, özümü parçalarken kimse beni umursamıyor. oyun oynarken gösterdiğim üstün neşe, içime akan hüznü görmelerini engelliyor olmalı. herkesin bir yeri var, benim iki. ufacık yüreğimin nesini, kaça bölmeye çalışıyorsunuz? tek bir beden değil miyim ben, bir bütünüm işte. aynalar böyle söylüyor. aynalar insana, anne babadan bile yakınmış. ”her şey senin için” diyip yaralayanlar gibi yalancı değiller. ufak ufak içime serptikleri öfkenin, sonradan kine ya da nefrete dönüşeceğinden habersiz, umarsız davranışlar sergiliyorlar. sanıyorlar ki mutluluk bu kadar kolay veriliyor. küçüğüm diye küçük şeylerle oyalıyorlar beni. ve sanıyorlar ki; yeni büyüyen aklım farkındasız büyüyor. bilmiyorlar yüzlerine taşıdıkları acıyı, hüznü gördüğümü, anlamıyorlar. sessizlikle baş başa kaldığım geceler öylesine acıtıyor ki ruhumu; gözümü açtığımda, bedenimi okyanusun ortasında çaresiz hissediyorum. yine bilmiyorlar."

(bkz: #8330022)
1 /