21 ocak 1962 yılında üsküdarda doğdu.
1980 yılında başlayan yazı hayatı halen sürmektedir. kaleme aldığı birçok kitabının yanı sıra yıllardır yeni şafak gazetesinde gündem dışı köşe yazarlığı yapmaktadır.
dile gönül vermiş, dilin tüm sınırlarını zorlamayı kendisine görev edinmiş birisidir.
atatürk kitaplığında uzun süredir dersler vermekte olup hâlihazırda metafizik soruşturmalar başlığı altında devam eden bir dersi bulunmaktadır.
dil yerinde öğrenilir mantığıyla almanyada almanca, fransada fransızca öğrenmiş, ingilizce bilindiği gibi türkiyede öğreniliyor zaten (çoğu zaman türkçeden daha iyi bir şekilde) arapça üzerine zaten senelerden beri çalışmaları bulunan dile adanmış bir ömür geçirmiş ve hâlâ geçirmekte olan bir yazardır.
iyi bir konuşmacı, zeki bir adam olduğundan dinlenilmesi okunulmasından daha zevklidir. ama şüphesiz okunurken edinilen bilgi çok daha fazladır.
en son cemil meriç üzerine yaptığı derin araştırmalarını üç kitap halinde okuyucuya sunan ve ortaya çıkan eserlerden üstlendiği görevde ne kadar titiz olduğu belli olan birisidir.
bir mabed bekçisi cemil meriç
bir mabed işçisi cemil meriç
bir mabed savaşçısı cemil meriç
90lı yıllarda bir müddet bilim ve sanat vakfında dersler de vermiş olan cündioğlunun kelimelerle alıp veremezliği devam etmektedir.
dinlenilesi, okunulası, takip edilesi bir mütefekkirdir.
oldukça farklı ifadelerle oldukça farklı yazılar yazan genç ve dinamik kuran araştırmacısı..yazar..
yazdıklarını anlamak için belli bir kültür ve bilgi alt yapınız olması gerekir mesela ben anlayamıyorum.
sadece "gariblerin ızdırabını neşeye kalbeden, iştiyakın şiddeti aşkın kuvvetidir" cümlesini yazan kişi olması bile onu iyi bir yazar yapmaya kafidir
hazreti mevlana ve hazreti şems hakkında yazılmış romanların hakikatini, derdini cemil meriç üslubuyla anlatan yazar.
mevlana ve şems ve aşk
dücane cündioğlu
ramazan, bir yıl içerisinde sadece kendime sakladığım ay! nâdandan uzaklarda, içinde saklanabildiğim tek ay! çengelköy'deyim. evde. yalınız.
bildiğim en iyi işi yapıyorum. okuyorum.
"ne zaman karanlık artar ve sevgili sana çirkin görünmeye başlarsa, ona daha çok yaklaş!" diyen ustanın, tebrizli şems'in öğüdüne uyuyorum. geceleri, yatağıma uzanıp iki dizimi de karnıma çekiyor ve sevgiliyi ancak üşürken zikredebiliyorum.
sırf ısınabileyim diye... iniltilerime karşılık vermekte "yetimlerin efendisi" gecikmesin diye...
* * *
ne tuhaf değil mi, hz. ali, "perde açılsaydı yakîn yine artmayacaktı" diye uyarmış hakikat talibini. yani günün aydınlanmış olması, hakikati görmenin güvencesi değil.
ürküyorum bu yüzden. beyaz ölüm'ün hemen yanıbaşına, bu sefer, âdetim hilâfına, siyah ölümü de iliştirmek istiyorum. (yani kendimi aç bırakmakla yetinemem artık, halka tahammül de etmek zorundayım.)
siyah ölüm uğruna, bu ilk hafta, ne yapıp edip okumalarım arasına dört de roman sıkıştırdım: hz. pir-i mevlâna ile şems-i tebrizî hakkında yayımlanmış ikisi tercüme, ikisi telif olmak üzere dört roman...
1. nefrin tokyay, 'tebriz'in kış güneşi' (aralık 2005)
2. ahmet ümit, 'bab-ı esrar' (kasım 2008)
3. saide kuds, 'kimya hatun' (şubat 2009, farsça'dan)
4. elif şafak, 'aşk' (mart 2009, i̇ngilizce'den)
üşüdükçe, şems-i tebrizî'nin 'hırka-i şems' olarak da bilinen 'makalât'ıyla bir kez daha ısınmayı beceremeseydim, acaba bu dört kitaplık gürültünün üstesinden gelebilir miydim, bilemiyorum.
neyse ki hepsini okudum. hem de altını üstünü çize çize.
* * *
bir vesileyle, rahmetli babamın hususî nüshasını bulup çıkardım kütüphanemden, ve artık iyice sararmış ve yıpranmış yapraklarını karıştırırken, kendisinin sayfa kenarlarına düştüğü bazı notlara tesadüf ettim. hepsi de "mart 1982" tarihli...
bir sayfada bir paragrafı daire içine almış ve yanına şöyle bir not çıkmış:
"dücane'nin kulağı çınlasın!"
hemen karşı sayfada şems'in bir ayetle ilgili teviline şu notu düşmüş:
"dücane okusun! ayeti de inkâr edemez ya! kendine yakın olandan kaçmasın yeter!"
bir yerde şems, "bal içindeyiz, kanadımızı çırptıkça daha çok yapışıyoruz" demiş, babam da yanına şu notu düşmüş:
"o senin yüzüne bakıyor hâlde iken, (ey oğul), sen hâlâ arkasından gıybetinde bulunuyorsun." (yani, gönül aynanda o'nunla yüzyüze konuşacağına, başkalarının aktardığı bilgilere güvenip habire o dedi, bu dedi diye dedikodu yapıyorsun!)
ve daha bu minval üzre yazılmış muhtelif notlar...
şaşırıp kalmıştım. niçin sanki çok uzaklardaymışım gibi, babam bana böyle uyarılar gönderme gereği duymuştu acaba?
o tarihlerde ben neredeydim?
derken, hatırladım; o tarihte, babamla aramda geçen şeriat-hakikat, zahir-batın münakaşaları yüzünden koca (!) kütüphanemi de sırtıma alarak evi terketmiştim. beş parasızdım. fakat izzet-i nefsimi de ezdiremezdim ya! ne de olsa bir dâvâ adamıydım. zahire sımsıkı sarılan genç bir adam!. babasına rağmen, kendini kendine ispatlamaya ihtiyaç duyan küçük bir adam! i̇nsanlar sırf kendisini incitti diye, hakikati insanda arayıp bulmak yerine, onu sadece kitaplarda bulacağına ahdetmiş zavallı bir adam!
19-20 yaşlarında kendimce tutunacak muhkem bir kulp ararken, rahmetli babam her tutamağın bir tasallut sebebi olduğunda ısrar ediyordu. ben hakikati ötelerde, yücelerde arıyordum, o ise, her defasında "bir kez de insana baksan â evladım!" deyip işimi zorlaştırıyordu. "gönlüne baksana!... kendine!"
gönül de neymiş!? ben uçmak istiyordum, bu nedenle de kanatlarıma dayanıyordum. o ise kanatlarıma (ilmime) değil, ayaklarıma (irfanıma) dayanmam gerektiğini söylüyordu. üstelik uçmak için değil, icab ederse birgün, inmek için!
hâlâ kanatlarım çok güçlü, ve fakat ayaklarım zayıftır! 30 yıldır kanatlarıma dokunamayan mü'min dostlarım, nedense hep ayaklarıma tekme atmaktan zevk aldılar; yere inersem yürüyemiyeyim diye... ilk fırsatta sol kulağımdaki küpeyi çıkarıp atayım diye...
hakikat şu ki hâlâ yere iyi basamam. kolay incinirim. kolay incitirim. yedi kat gökte savaşmaya yarayan kılıcım da, kalkanım da ilim cevherinden olduğu için aslâ uzun süre ayakta kalamam, hemen düşerim.
baba sözü dinlemedim çünkü!
* * *
her neyse, işte ben böyle, bir kez daha şems'in hırkasıyla ısınırken, bari şu romanları da topluca okuyup aradan çıkarayım dedim.
acaba kimler ne kadar içebilmişti o pınardan?
haki̇kati̇n edebi̇yatinin edebi̇yati
ne de olsa romandı... şiirdi... sanattı... mecazdı.... bunlar, sözümona kanatları güçlü olanların semâsıydı... hz. pir'in nefesi, acaba onları ne kadar yücelere çıkarmıştı, şems'in ışığı kendilerine hangi hakikati hangi açıklıkta göstermişti?
sonuç gayet acı vericiydi. çünkü ortada hakikat değil, hatta hakikatin edebiyatı bile değil, hakikatin edebiyatının edebiyatı vardı. bildik mağara gevezelikleri... gölgelerle âşinalık... kokusuz edebiyat... tatsız tuzsuz ifadeler... aşksız tutkusuz kelimeler... şiiriyetten yoksun cümleler... yığınla klişe... hep bildik teraneler... pembeleşmiş aşk lafazanlıkları...
neymiş, ilâhî aşkmış!
i̇lâhî aşk, beşerî aşk, hepsi de nâdân edebiyatı! hepsi de birer dil oyunu!
evet, hepsi de yaşanmamış bir âleme öykünmenin ürünü!
hakikatten yoksun! ve samimiyetten! ferd planında çekilen ızdırabın kokusu duyulmuyor; ne şahsî bir hesaplaşmanın, ne de gerçek bir acının.
şarap üzümden yapilir, tersi̇ olmaz
mecnundan habersiz bin leyla! leylâ diye diye başından yetmiş nikâh geçmiş bin mecnun!
hakikatin kokusundan eser olmadıkta, o aşkın adı ilâhî olsa n'olur, beşerî olsa n'olur?
şems ile mevlâna aşk şarabından içip sarhoş olmuşlar ama işe bakınız ki sekiz asır sonra kimileri hem de ayık oldukları hâlde 'agora'da nârâ atıyorlar!
hakikat talibinin, bir putperestin sadakatine, bir ateşgedenin içtenliğine, bir fahişenin inkisarına, bir sâkinin hürmetine, bir karıncanın inadına ihtiyacı var; tasavvuf edebiyatı üzerinden aşk klişelerini piyasaya arzeden kısık gözlere değil!
şarap üzümden yapılır, tersi olmaz!
* * *
bu romanları okurken, bir i̇spanyol ressamın, pablo picasso'nun beklentisi, benim de biricik beklentimi teşkil etmişti:
"hepimiz biliyoruz ki sanat, hakikat alanına ait bir şey değildir. hakikati en azından, anlamamız için bize dayatılan hakikati farketmemizi sağlayan bir yalandır sanat! sanatçı, yalanlarının doğruluğuna başkalarını ikna edecek yolu bulmalıdır."
böylesi bir beklentiyi karşılayabilecek bir sanatsal titizlik tarafından iknâ edildiğimi söyleyebilir miyim?
ne yazık ki hayır!
sanat üzerinden hakikate el uzatan dört yazar da "yalanlarının doğruluğuna başkalarını iknâ etmek" gibi sahici bir endişeye sahiplenmeyi düşünmemişler.
kahramanlardan kuklalara
sihirli bir sözcük var ellerinde. sorulursa söylüyorlar: kurgu.
en nihayet bizimki bir kurgu! abartıp da kurgumuzu her safhasında gerçekle karşılaştırmayın!
kim ne diyebilir? öyle ya, yazarın özgür ve yaratıcı muhayyilesine kim karışabilir?
hz. pir-i mevlâna, oğulları sultan veled ile alâeddin, ikinci eşi kerra hatun, ve divânesi şems-i tebrizî ve kılıktan kılığa sokulan zavallı eşi kimya hatun...
romancılarımızın hepsinin de ucundan kenarından, kendilerince ve fakat farklı nisbetlerde kuklalaştırdıkları ortak kahramanlar işte bu birkaç tarihî isim. ne rol verilmişse kendilerine, onu oynamak zorunda kalmışlar. yazarların özgür muhayyileleri, iplerini ne tarafa çekmeyi dilemişse, kuklalar da çaresiz o yöne meyletmişler.
sorumluluk sahibi her vicdanın itiraf edeceği üzere, sadece hakikati değil, sanatı da incitmişler.
* * *
yazarlar, öte dünyada meşrebimce, bizzat "bu dünyada" hz. pir'le veya şems'le karşılaşabileceklerini hiç akıllarından geçirmişler midir acaba?
muhakkak bir şekilde yüzyüze geleceklerini...
ve o zatların hikâyeleri hakkında yazdıkları (ve/veya vurdukları) her satırın, bir insan olarak kendi kişisel öykülerini de belirleyeceğini...
hiçbir muhayyile hakikatin sınırlarını aşamaz.
hangi romancının muhayyilesi hz. pir-i mevlâna ile şems-i tebrizî'nin hakikatini, olduğundan daha yukarıya çıkarabilir?
hangi kalem, onların öykülerini, olduğundan daha ilginç, daha zengin, daha hüzünlü ve daha gerçek hâle getirebilir?
gazoz i̇çi̇p serhoş takli̇di̇ yapmak
yazarları hakikate ihanetle suçluyor değilim. hâşâ! bilâkis mecaz ve misal'in, metafor ve allegori'nin özüne sadakatsizlik ettikleri için kendilerini eleştiriyorum.
meyhaneye girip ayık çıktıkları için... gazoz içip serhoş taklidi yaptıkları için... ve dahi 'hâmuşan'da susmak yerine nârâ attıkları için...
* * *
değilse, sarhoş olanınız bir adım öne çıksın! günah çukuruna batmış olanınız! aç kaldığı için kendi yaptığı putu bizzat yemek durumunda kalanınız! bir kez olsun tanrı'yla başı belâya girmiş olanınız! küfr-ü hakikî'nin asaletiyle yeryüzündeki tüm tasdikleri redde cesareti olanınız! terki terk edeniniz!
şems'in şöyle dediğini duyar gibiyim:
siz neyi inkâr ettiniz, neyi terkettiniz? hani küfrünüz nerede? reddiniz? i̇tirazınız? i̇nkârınız? öfkeniz? safi imansınız maaşallah! hiçbir itikadı (!) incitmeyecek denli sığ suları yeğleyen ikiyüzlü kalbinizin kılavuzluğunda yürüyorsunuz! zarar edenlerin zararından kâr etmeyi başarıyorsunuz.
bezirgân takımının ayakları ne de güçlü! kanatsız iskeletler... dertsiz tasasız kafatasları... tam ortasındaysa aşksız, tutkusuz, kısık gözler... hakikate çok uzaklardan, isteksizce bakan gözler...
* * *
utanmadan bir de diyorsun ki: ben kâfirim!
hayır efendim, sen müslümansın! müslümanlık kâfirde de vardır.
bu âlemde hakikî kâfiri nerede bulacaksın? hadi bul da önünde secdelere kapanayım! yeter ki hakikatiyle "ben kâfirim!" desin de bûseler vereyim ona! (şems-i tebrizî, makalât)
okumaya değer yazarlardan birisidir. birikimi, olgunluğu ve üslubu kullanmaktaki becerisi takdire sayandır. yazılarını takıp etmenizi şiddetle tavsiye ederim.
kuranı kerim ve dil bağlamında müthiş çalışmaları olan yazardır.
- kuran ve dil'e dair
- sözlü kültürden yazılı kültüre anlamın tarihi
- kuranı kerim'i anlamanın anlamı
- kuran çevirilerinin dünyası
adlı kitapları okunursa daha vahyi anlamada etkili olacaktır.
dücane cündioğlu bu memleketin okumuş yazmış düşünürlerinden biri. fakat ben burda övüldüğü kadar eşsiz ve benzersiz olduğunu düşünmüyorum. d.c. egoizmiyle kendini yiyip bitirmektedir. üzerinde çok duruduğu ilim-irfan konularında da yeterli bilgi ve birikimi var gibi gözükse de bünyesine pek tesir etmemiştir. derslerinde ya da yazılarında ya da tv'de, suyu hep kendi açtığı arkda akıtmaktadır. bazı meseleler için "bunu tartışmalıyız" der; fakat hiç kismeyle de bu konuda tartışmaz (hep üste çıkar zaten-ahmet y. özemre'ye yaptığı gibi).
halkla arasına mesafe koymanın yanısıra, onlar "yesin içsin çiftleşsin" diyerek onları aşağılar. avam-havass gibi ayrımları sever. gururunu okşar bu tür sınıflandırmalar. kendini tabiki de havass(seçkin) olarak görür. niçin? çok okudu, yazdı, düşündü diye... ama o okudukları ona fayda edememiş. huysuzluğu marifet sanıyor. hele ki üzerinde oturduğu irfan geleneğinin, ona hiç mi hiç kokusu bile sinmemiş... batı'yı aşağılayıp onun tüm değerlerine amansızca sahip çıkıyor (klasik ezik aydın tipi). onların tablolarından falan bahsediyor, edebiyatından... bizden çok bahsettiği için çok da "bizden" olmamak için sıkıştığı vakit "paris-berlin-londra"ya kaçıyor... derslerine gidenler bilir... gereksizce bir yerde dolaşır durur. sözde cevabı dinleyenlere-taliblere buldurmak ister... filozofluğu da kimseye kaptırmaz... türkiye'de tek filozofum diyerek de komik duruma düşmüştür. filozofluk sadece ilim-irfanla olmaz. teknik olarak evet "bilgi(hikmet) sevgisi" demek filozof... fakat "hikmetivebilgiy"i seven ve bunun(filozofluğunun) da farkında olmayan nice insan var. tutarsızlıkları çok fazladır. çok fazla şeyden bahesettiği için bu tutarsızlıkalar aba altında kalır. mesela kimse "alman olmak istemez" diye bir anısını anlatır; fakat almanlara da övgü yağdırır (eh artık bir karar ver!!!). evet buna da bir cevabı var biliyorum; cevabını da yazabilirim... ama hayır, saçmalıktan başka bir şey değil. ve onun tüm bu eleştirilere verecek cevapları var. cem yılmaz gibi... her şeye laf yetiştirmekte.
ve önemli bir mevzu da "kur'an'da anlam" konusunda o kadar eser vermiş ve çalışmış bir adam olmasına karşın, anlamı daraltacak ne kadar hareket varsa yapmıştır. dedik ya işte o hep suyu kendi arkında akıtıyor. bir yandan "anlam" konusuna o kadar atıf yapar, bir yandan halkın onu okumasını anlamasını istemez. "o ne anlar ki?" tabi avam, o çiftleşsin dursun. hayat mücadelesini gerçek manada vermememiş bir insan olarak böyle her şeyi çok iyi bilirim, daha doğrusu bildiklerimi çok iyi bilirim edaları dedikodudan öteye geçmiyor...
neyse.. ne söylesek tam olarak yerini bulamayacak... sözün iyisini yunus demiş:
"dervişlik dedikleri hırka ile tâc değil
gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtac değil."
"dervişlik olsaydı tâc ile hırka
biz de alır idik otuza kırka."
ilim-irfan-bilim-din-felsfe (tac-hırka) hepsi insan için var...
kulu kölesi olmamak gerek...
"öte dünyada mahzun olmamak için bu dünyada hüzünden ayrılma!"
"ne yapalım yani, bu lanet dünyanın gerçekleri varsa bizim de hayallerimiz var!"