dün dünya tiyatrolar günü idi. binlerce yıl öncesi, eski yunan tiyatrosundan bu yana; tiyatro sanatının sahnelerde sergilediği acıklı-gülünç çok geniş boyutlu i̇nsanliğin röntgeni; kendi dönemlerinin koşullanmalarıyla çeşitli hipnozlarının kör kuyuları içine savrulmuş kuşaklara, kendi öz gerçeklerini göstermeye çalıştı.
* * *
bu öz gerçeklerin başında, doğanın her canlının içinde zemberekleştirdiği kadın ve erkek libidosu vardı.
* * *
kadın libidosu üstüne bir çarpı işareti çekerek, doğayla zıtlaşmaya başlayınca da; tiyatrodan da yoksun bir koşullanmışlık divaneliğinin saçma sapanlığı içine doğru kayıyordun.
* * *
gelişmişlikle, salt imaja ağırlık vermiş bir çağdaşlaşma iddiasını da şeffaflaştırmaya, kimse yanaşmıyordu.
örneğin gelişmiş ve gelişememiş ülkelerde tiyatro yazarlarının toplam telif hakkı kazançlarını karşılaştırma, hiç gündeme gelmiyordu.
acaba arthur miller, tenness willams, bernard shaw, marcel pagnol tiyatro oyunlarından ne kazanmışlardı; müsahipzade celal, cevat fehmi başkurt, haldun taner, adalet ağaoğlu ne kazanmışlardı?
* * *
atıp tutmalı siyasal nutuklardaki iddialar; bu tür karşılaştırmalarla gerçeklerin rayları üstüne oturtulmadığında; en sonunda işler sarpa sarmaya -argo deyimle işin boku çıkmaya- başlayınca da; en başta tüsi̇ad gibi en gelişmiş, küreselleşme çağında en evrenselleşmiş, en değişimci bir kurumun kaygıları şahlanıyordu.
* * *
tüsi̇addan çok daha önce, kimliğinin kartviziti de evrensel site olan üniversitelerin, evrensel bir kalite platformuna oturması gerekmez miydi?
* * *
haydi bir kıyaslama daha yapalım:
oxford üniversitesi, bundan 800 yıl önce kurulmuştu ve tıp, hukuk, güzel sanatlar alanında eğitim veriyordu.
* * *
i̇stanbulda ise ilk darülfünun 1863te açılmak istendi. açıldı, kapandı, açıldı, kapandı, açıldı...
1933te i̇stanbul üniversitesi kuruldu.
* * *
politik demagojilerin getirisi, bilimsel bir şeffaflık arantısının çok üstünde olduğunda; doğaya ters düşmenin açıları da büyüdükçe büyüyor.
hele bir de kadın varlığı üstüne bir çarpı çekilmiş ve erkek millet olmakla övünmek açmazına düşülmüşse...
* * *
bir de, bizdeki şiir edebiyatında kadın öksüzlüğünün iz düşümlerine baksak:
genç bir kadın, halit fahriye nasılsınız? demiş...
halit fahri de upuzun bir şiir yazmış:
bu kelime ne ince titredi dudağında,
sanki bir çiğ çınladı bir gülün yaprağında;
ses oldu pencerede güneşin ışıkları,
bir hıçkırık dolaştı yeşil sarmaşıkları.
nasılsınız hangi söz daha akışlı bundan;
sıyrılır gibi suda, bir inci kabuğundan
bir an, bir saniyecik bir dudak titremesi;
ne tatlı nasılsınız diyen bir kadın sesi...
* * *
modern teknolojiler sayesinde, üretim biçimlerinin değiştiği ve artık işçi sınıfı sömürüsüne gerek duymayan sermayenin; ulus-devlet modeli içine sığmayarak küreselleştiği bir dönemde; elbet tüsi̇ad, abye en açık pencere...
* * *
i̇çerideki kutuplaşmaların kahramanları, tiyatro yoksunu bir kitlenin tepesinde; itibarlı bir mevki ve koltuk sahibi olma kavgasından vazgeçebilirler mi?
biraz zor.
* * *
i̇çine girilen çalkantılı bir döneminin bedelini, ne yazık ki genç kuşaklar ödeyeceğe benzer...
* * *
şayet buralarda da kadın ve tiyatronun doğayla ahenkli boyutlarından yoksul olunmasaydı; uzay çağı bahçelerinin çok değişik tatları yaşanacaktı...
yine yaşanacaktır; sanırız 20-25 yıl sonra...
çetin altan