hayata dair iç burkan detaylar

1 /
jemand jemand
fark edildiğinde içinizin yanmasına neden olan; kafede otururken çapraz masadaki, ortamla tezat oluşturan tuhaflıkta, banka önünde emekli maaşı için sıra bekleyen yaşlıların yüzündeki kaygıda görebileceğimiz detaylardır. iç burkar.

kafedeki çapraz masa..kızılayda bir mekan, kızlı erkekli üniversite öğrencileri, köşe bucak kapmışlar masaları. en büyük sevinçleri o anda olmak; en derin hüzünleriyse, müzik kutusundan yayılan şarkının duygusal dozajına göre değişiyor.

nargile dumanları havaya yayılıyor, kendinden emin kahkahalar atılıyor, birbirinin gözlerinde kaybolanlar tüm olumsuz gördüklerinden arındırıp, kendi dünyalarını yeniden yaratıyorlar.

o kafede oturanlar 3 aşağı 5 yukarı ortak bir hayatı paylaşıyorlar.

ve işte 2 dakika önce boş olan çapraz masaya, giyiminden etrafa bakışına, siparişi verişindeki tedirginlikle kendinden emin olmaya çalışma arasında kalmışlıktan, etrafa asilce bir duruşla bakmaya çalışmalarına kadar ortam için tuhaf` üç kişi geldi.
3 de belli ki üniversite öğrencisi değil. tıraşlarından asker olmadıkları da ortada. hepsinin de üzerinde yakası genişlemiş gri kazak var. saçları yağlı. birinin eli, yıkamadığı için değil yaptığı işle ilinti olacak ki; kazağı gibi gri.
garson kız, az önce yan masaya gelen gençlere gösterdiği ihtimamdan uzak bir hoşgeldinizle siparişleri aldı.
onlar, diğer masalara 'bizden korkmayın' der gibi ve sanki kendileri de kendilerinin ortama biraz tuhaflık kattıklarını fark edercesine, yarım bir taebessümle bakarken; diğer masalar, 'bunların ne işi var burda' burun kıvırmasıyla masalarını süzüyordu.
garson kız masaya bir nargile ve bir de satranç takımı gitirdi. çapraz masadakiler, gene etrafın ara ara attıkları garipser bakışları altında, kendi dünyalarında eğleniyorlardı.
şah, vezir, atlar, kaleyi oraya çek, piyonun birisi daha gitti, olsun piyon ne ki; hayat böyle o da oyunda ama erksiz ve ancak mayası piyon olmaya yetmiş. ilerki bir masadan billur tazelikte bir kahkaha.şık bir genç ona eşlik ediyor.
`ortamgiderek piyonlara alışıyor. çapraz masa yarım saat önceki o boşluğuna şimdi 3 kişiyle tekrar gömüldü. ve bir satranç oyunu..
acaba aynı yaştaki bizler biraz şanslı mı doğmuştuk? tanrıya sadece bunun için binlerce kez şükretmemiz gerekmiyor muydu?
ve fakat bunu es geçip, bu şans/şanssızlık incecik çizgisinin beri tarafında olmamızdan, ''ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler'' kayıtsızlığıyla onları yadırgamıştık.tuhaftık.satranca başladıklarında onları unutmuştuk.
kimbilir belki de; candostum filminde will hunting rolündeki matt damon'in şanslı, zengin, okumuş züppeyi mat etmesi aklımıza gelmişti. şahla vezire yoğunlaşıp, piyonları yok saymıştık..
qfwfq qfwfq
eldivenini çıkaran bir inşaat işçisinin ellerine bakıp ağlamaklı, hüzünlü, hayal kırıklığına uğramış bir ifadeyle "amanın güzelim ellerim, ne hallere geldiniz" diye iç geçirmesi.
absinthe absinthe
balkondan aşağı boş boş bakmakta olduğum bi gün gördüklerim ;

karşıdan karşıya geçmeye çalışan bi sokak köpeği.. onun yaşaması umrunda bile olmayan son model arabaya sahip biri(insan diyemiceğim biri).. ve biraz uzakta çöp toplayan zayıf esmer bi çocuk..

araba hızla giderken son anda frene basmış ama köpeğe çarpmıştı. arabadan inmeye tenezzül bile etmeden direksiyonu kırıp yoluna devam eden bu adam köpeği yerde öylece bırakmıştı. uzaktan olayı gören çocuk elindeki kartonları bırakmış köpeğe koşmuş ve kafasını kaldırıp yaşadığına sevinir bi şekilde onu kucağına almıştı. işine yarayacak olan bir sürü şeyi orda bırakmış, köpek kucağında ilerlemişti. onu doktora götürecekti belki, şüphesiz bakacaktı ona.. parası yoktu ama insandı..
cyd cyd
mevcut dünya nüfusunun ihtiyaçlarını, mevcut dünya kaynaklarının karşılayamayacağı gerçeği belki de hayata dair en acı detay. ya da küçük şeylerle o kadar uğraşıyoruz ki korkunç gerçekler bir detay olarak yer ediyor hayatımızda.
ben de öyle biliyordum ben de öyle biliyordum
bir arabanın arasokaktan çıkarken bekleme yaparken, ara sokağın ağzında, yarısı arasokakta yarısı ise normal sokakta kalması sonucu arasokağı transit geçmek isteyen bir vatandaşın arabanın arkasından dolaşmak için yolunu yaklaşık 10 adım uzatmasına rağmen araba sokaktan çıkınca boşu boşuna yolunu yamultarak uzatması. ne zaman böyle birini görsem içim burkulur. ben mi? arabanın önünden geçerim beklesin dingiltere...
hepten aykırı hepten aykırı
ben iyi bir insan olma kararını bir pide salonunda verdim. ben hayırlı işler dedim. pideci de "bereket versin. iyi akşamlar" dedi. düşündüm de içimizdeki iyinin ortaya çıkması için illaki buruk birşeyler hissetmek lazım. aynı bir kızın "seni sevmediğimi bildiğin halde, bana birşey olsa annemden önce koşarsın" dediğindeki burulmuş kalp artık sadece bir organ değildir.

yunus emre'nin "hayvanlar havlarken, miyavlarken, öterken, meelerken aslında tanrı'nın adını söylerler" demesi bana nasıl hiç sevmediğim köpekleri sevdirdiyse, insanlar buruk şeyler duydukça, buruk şeyler yaşadıkça daha iyi olacaklardır. sadece insan oldukları için.

tanrı ise beni çok sever. belki de gecenin yarısı göztepe-karşıyaka maçının çıkışında kaybolmuş çocuğun abisini bulmak için göztepe tarafına geçerken göztepelilere aslında bir iyilik yapmaya çalıştığımı hissettirmiştir, kim bilir. o küçük çocuğun yüzündeki korkuyu kim görse aynı şeyi yapardı ya. kendimizi nimetten saymayalım. hele ki tribünde birileri öldürüldüyse o gün.

herşeyi sonunda tanrı'ya bağlamakta üstüme yoktur. tanrı'ya inansak da inanmasak da, o bize inanıyor. karşımıza ders alabileceğimiz şeyler çıkarıyor. bazen bu dersler yüzünden tanrı'yla bozuşsam da ona büyük saygı duyuyorum. hayata dair buruk şeyleri yarattığı için. kadını yarattığı için.
mavio mavio
ortaköy sahilinde sabaha karşı kafa alkolden, kalp hasretten bulanık bir halde boğazı seyrediyordum.

derken yakınıma bir adam geliyor, karton toplayanlardan. arabasını bırakıp banka oturuyor ve uyuklamaya başlıyor. başı düşüp düşüp duruyor ama o inatla uzanmıyor, rahat edeceği bir pozisyona geçmiyor. arabasını kaybetmemek için muhtemelen... ardından hepsi otuz yaşlarında üç erkek ve bir kızdan oluşan bir grup geliyor, kız ve oğlan ayrılıp birbirlerine kur yapmaya, ölçülü derecede flört etmeye, diğer iki sap da kendi aralarında muhabbete dalıyor. sonra iki saptan birisi kalkıp kızla oğlanın yanına gidiyor, oğlanı kıza yaklaştırabilmek için yanına oturuyor ve kıçıyla itiyor. oğlan ister istemez kıza yanaşıyor, herkes muzipçe gülümsüyor, mutlular. kartoncu adamın da belki sevdiği vardır, parası olsa sevdiğini kolundan tuttuğu gibi basacak nikâhı... benim dolabımda annemin verdiği vitaminler var. bu adamın dolabı yok.

sonra da ananemin annesi geliyor aklıma. bütün ömrü boyunca aynı evde yaşadı, kocası öldükten sonra 27 yıl boyunca kendi odununu kesti, sobasını yaktı, çiçeklerini suladı ve her bayram bizim gelmemizi bekledi, sonra öldü. ardından akşam haberlerinde öldüğü duyurulan yılların emektar gazetecisini hatırlıyorum, o da toprağa verilmiş bugün, ben yaşamaya devam ediyorum ama nedenini bilmiyorum.

israil lübnan'ı bombalıyor, amerika birleşmiş milletlere baskı yaptığı için savaşı kimse durduramıyor. herkes ölen, yanan, kafasız, kolsuz masum insan cesetlerini bir şekilde görüyor ama kimse bir şey yapamıyor. bir şey yapanlar savaşın devamına, çarkın dönmesine çalışanlar.

sonra aklıma mikonos adasında cinselliklerini sonuna kadar rahatça ve serbestçe, hatta alenen yaşayan homoseksüeller geliyor. dünyanın ne kadar enteresan bir yer olduğunu düşünüyorum ve bir çeşit aydınlanma hissi yaşıyorum.

derken okulu uzattığım geliyor aklıma, annemi babamı üzüşüm. tek başıma yaşadığım sorunlar ve tüm bunlardan zerre haberi olmayan, hayatın akımına kapılmış ve felsefeden zerre nasibini almamış okuldaki gerizekalı çancılar. ardından her şeyin üstesinden gelmiş olmanın ve babanın tam güvenini duymanın verdiği manevi gücü hissediyorum.

4 ay oldu aşık olduğum kızı göremeyeli... kalbim hasretle dolu, kafam bir milyon. kanım damarlarımda son hızla dönerek akmaya başlıyor, hasret ısırıyor, acıtıyor. akmaya başlayan gözyaşlarımı farkediyorum.
anasını sattığımının istanbul'u... adamı şair yapar...
hell isnt good hell isnt good
tatile gelen bir gurbetçi ile memleketten istanbul'a dönüyorum. klimalı, otobanda 200.km ile giderken ses vermeyen kıyak alman arabasından mola vermek için indik bir tesiste. saat 15 falandı sanırım, hava çok sıcaktı, bir şeyler yedik içtik sonra tekrar bindik. soğuk biralarımızı aldık yolda giderken demleniriz diye..sonra istanbul'a geldik 1 saat sonra, boğaz köprüsünü geçerken gemilere baktık. masmavi boğaza, sonra diğer köprünün yanındaki elektrik telleri görüntüyü kirletiyor dedi arkadaki abi. ama vatan güzel vatan dedi sonra..5 dakka sonra beni bıraktılar zincirlikuyu yolunda..bende yurda gelmek için minibüs beklemeye koyuldum..elimde 2 kiloluk omuz çantam 10 dakka bekledim..minibüse bindim..vadiye geldim. gömleği çıkarınca arkasının boydan boya ter olduğunu hatırlıyorum..sonra abinin lafını düşündüm biraz, benim gözümden baksaydı bu kadar güzel gelir miydi..aç yattığım geceleri, okula mı gitsem yemek mi yesem ikilemlerini, bütün gün sırılsıklam ter içinde dersten derse koşuşturduğum zamanları düşündüm. yoksa klimalı arabanın içinde buz gibi birayla vatan daha mı güzeldi..bilmiyorum..
hell guardian hell guardian
benim fazla hassaslığımdan olsa gerek; sanatla uğraşan insanların sanatlarında büyük emeği geçen hocalarına eserlerinde yer vermemeleri çok ağırıma gider. yani bir eserinde hocasına bir gönderme yapabilir, belki de sadece çok güzel bir eserini hocasının tekniğini bire bir kullanabilir. hani tutup da hocasına şarkı yazsın demiyorum ama mesela hiç adını bile anmaya gerek duymadan bir şekilde eserinde kullandığı çizgilerde, ezgide, renkte, şekilde, görüntüde, sözlerde, düzende... (artık hangi dalsa) onu hatırlatabilecek bir iz bırakmalı. bir veya iki eser. böylece insan hem o sanatçıyı bir şekilde yaşatmış olur. ayrıca çok bariz bir şekilde görünmesine de gerek yok. söz konusu eserde bırakılan izi zaten o sanatın gerçek takipçileri hemen görecek ve diğer insanlardan daha hisli bir şekilde algılayacaklardır.

bu bence bir vefa borcudur. "bakın işte bunca güzel şeyleri benim yeteneğim ve sanatım yapıyor, ben buyum ancak bu sanata ulaşmamda, yeteneğimi ve istidadımı yoğurmamda bana yol gösteren ışık da şu insan olmuştur" diyebilmektir ve diyebilinmelidir. toplumda bir saygı uyanır.

örneğin murat yılmazyıldırım'ın ölümleri barış manço'nun ölümü üzerine yazıp bestelediğine dair bir şey duymuştum. bazı yerlerde de öyle yazıyordu. eğer bu doğruysa ne kadar güzel bir şey.

atıyorum mesela, bir fotoğrafçı çıksa ara güler'i çağrıştıracak bir çalışma yapsa tek karede. hani illa ders almak zorunda değil ama ustaya saygı denen bir gelenek var. esinlendiği şairi kendi şiirlerinde anımsatan ve bir şiirini ona adayan şair varsa ne kadardır ki...

işte bunu pek görememekteyim.
absinthe absinthe
sokakta gazetenin üstüne konmuş yemeğin bi ucundan köpeğin bi ucundan kedinin yemesidir..üstelik sokak hayvanlarıdır bunlar.aç olmalarına rağmen paylaşmışlar yemeği.birbirlerine zararları olmadan yiyebildikleri kadar yiyorlar.kedi köpek gibi kavga etmek,dilimize yerleşmiştir de..acaba iki insan bunu yapar mı?
püskül püskül
kardeşini kaybeden bir arkadaşınızın size sarılıp "bana bi kardeş siz kaldınız" demesi.. siz sevdiklerinizle neşe içinde yürürken yanınızdan kimsesiz bir çocuğun geçmesi ve size ısrarla mendil satmak isterken sizi düşürdüğü ikilem.. kucağınızda büyüyen bir ufaklığın siz üniversiteye giderken bağıra çağıra ağlayıp "aplaçım lüften gitmeee" diye bağırması.. annenizin doğumgününüzde en sevdiğiniz keki maliyetinin 5 katıyla kargo yapıp göndermesi ve içine "bu sefer mumları beraber yakamadık yavrum.." diye başlayan not yazması.. eski sevgilinizi görüp "herhangi" biri gibi davranmanız, onun da oyununuza eşlik etmesi.. çocuğunun büyümesini görememiş anne baba veya anne babasıyla büyüyememiş çocuklar.. hayat böyle detaylarla, bunları görüp alınan derin nefeslerle iç geçirmelerle dolu malesef..
1 /