
#1771650 ·
· 63
hayatta kalmanın olmazsa olmazları dendiğinde neredeyse üzerine hiç düşünmeden her insanın vereceği cevaplar aynıdır. beslenmek, nefes almak yada buna benzer yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesi için önemli olan etkenler. böyle düşünmek bardağın dolu tarafına bakmak gibi. zaten yaşıyorum canım. açlıktan ölmedikçe de vademi doldurana kadar yaşar giderim. kulağa hoş geliyor. peki içsel etkenleri bu şekilde çözdük diyelim. ya dışardan gelen etkenler karşısında nasıl hayatta kalabiliyoruz(en azından olabildiğince). burada tehlikeli bir olayın habercisi olarak korku devreye giriyor. bu sadece korkunun birinci ve koruyucu tanımı. günlük hayatta refleksler doğrultusunda bizi güvenli bir şekilde yönlendiren korku.
peki her korku somut bir tehlike mi içermektedir? böyle olsa sanırım korku veya gerilim temalı film seanslarında sinema salonlarından bir sürü insan kaçışırdı. bu da patolojik korkuya karşılık gelmekte. bilinçdışında yer alan tehlikenin yaşama güdüsünü harekete geçirip kendisini korku olarak duyurması. bir nevi gerçekdışı korku da denilebilir ve korku filmlerinde etkisi altında kalınan korku da bununla birebir örtüşüyor desek yanlış bir saptama yapmış olmayız. gerçekdışı yada irrasyonel korku demedeki asıl gaye de tehlikenin dış dünyada değil de beyaz perdenin arkasında oluşmasıdır.
bizi bu kadar etkileyebilen bu filmlerin genel olarak ne yaptıklarına gelecek olursak. diğer sinema yapıtlarında olduğu gibi hayatın kendisini temel alarak, bir nevi yaşanılanı anlatırlar. tabi bunu yaparken her zaman bilindik tehlikeleri olduğu gibi yansıtmak yerine onu yeni tehlikelere dönüştürür, buradan yola çıkarak olması gerekeni değişime uğratır ve onu sıradanlıktan kurtarıp zekice bir yapıya kavuştururlar. sonuç olarak somut korkuyu oluşturan etkenlerin biçim değiştirmiş türevleri korkuyu ortaya çıkarmak için yeterlidir. bu filmlerdeki tehlike gerçek yaşamın yansıması olarak bakıldığında rasyonel, ancak verdiği korku hissiyatı irrasyoneldir.
peki ya korku sineması nerede, nasıl başlar? 28 aralık 1895de, parisdegrand cafe isimli bir kahvenin bodrum katındaki salon indirende. august ve louis lumiere (nam-ı diğer lumiere kardeşler) buluşları olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyorlar. o tarihi an gelip çattığında ise koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları, bir trenin la ciocat garı na girişi isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyorlar. tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok! gerçekliğin birebir sinemaya aktarımı sayabileceğimiz bu filmle başlıyor korku sineması uzun serüvenine.
korku sineması gerilim, dehşet ve daha başka türler gibi, sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara da sahip bir türdür. ilk korku sinemasının kaynağı yazınsaldır. bir çok edebi uyarlama üzerinden hareketle eserler beyaz perdede yer almıştır. bu yıllarda bilimkurgusal sinemanın öncüsü sayılabilecek georges meliesin eseri faust aux enfers (faust cehennemde, 1903 ) başta olmak üzere mary w. shelley in frankensteinı (1910), robert louis stevenson un dr. jekyll and mr. hyde ı (1908,) bunlara en yerinde örnekler. sessiz korku daha çok yazınsal olduğundan diğer bir değişle uyarlamalar üzerinden yapıldığı için burada sinemanın edebiyata hizmet ettiğini görürüz. burada amaç seyirciyi korkutmak yada dehşete düşürmek değil, edebi bir eseri hareket eden görüntülerle ve giderek gelişmekte olan tekniklerle izleyiciye aktarmaktır.
öte yandan sinemaya toplumsal, sosyolojik ve siyasal korkuyu dışavurumcu alman sineması getirir. sessiz alman sineması, sonrakilere de ilham kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir: friedrich wilhelm murnau, bram stoker ın, dracula romanından esinlenerek, nosferatu, bir dehşet senfonisi ( nosferatu, eine symphonie des grauens , 1922) ile bir vampir klasiğine imza atar. robert wiene nin yönettiği, doktor caligari nin muayenehanesi ( das cabinet des dr. caligari , 1919), dışavurumcu alman sineması, yazınsal kaynakları değil de kendi ulusal gerçeklerini anlatır. bu saydığımız iki başyapıt günümüzde halen birçok film festivalinde özel gösterim olarak orkestralar eşliğinde izleyiciyle buluşmaktadır.
tekniklerin gelişmesi ve imkanların da artması beraberinde giderek yönetmenlerin de yaratıcılıklarının sınırlarının ortadan kalkmasını sağlar. birden dört bir yandan yaratıklar, canavarlar ve garip tiplemeler ortaya çıkar. dracula (yön: tod browning / 1930), frankenstein (yön: james whale / 1931), morg sokağı nda cinayet ( murders in the rue morgue , robert florey / 1932), dr. jekyll an the mr. hyde (yön: rouben mamoulian / 1932) , bu alttürün ilk örnekleridir. 60lı yıllarda edgar allen poe eserlerinin uyarlamaları şeklinde devam eden bir klasiklere dönüş yaşanır. bu yıllara kadar görülen birçok örnek bilinen temaları tekrar eden, edebi eserlerden çokca destek alan klasik korku sinemasına dahildir diyebiliriz.
korku sineması genel olarak fantastik temellere dayanır, çılgın bilim adamları, büyüler ve doğaüstü olaylardan beslenir. türün gidişatı bu şekilde devam ederken avrupa ve amerika sinemasında, korku, kuşku, ürkütücü bir şeyler olacağına dair oluşan beklenti duygusunu ön plana çıkaran alfred hitchcock tarzı ortaya çıkar ve bu öğeleri nefes kesecek bir biçimde harmanlayan hitchcock, başlı başına bir akımın öncüsü halini gelir. kiracı ( the lodger , 1926), rebecca (1940), ölüm kararı ( the rope, 1948), sapık ( psycho , 1960), kuşlar (the birds , 1963), türü yeni ufuklara taşıyan, hitchcock kültleri olarak sinema tarihine geçer.
gerilimle korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden yönetmen roman polanski de ira lewin in romanından uyarladığı rosemary nin bebeği ( rosemary s baby , 1968) ile şeytan ve çocuk sembolleriyle şok olgusundan ustaca yararlanır. filmin etkisi öyle büyük olur ki polanski nin 9 aylık hamile eşi sharon tate, bebeğiyle birlikte charles manson tarafından bıçaklanarak öldürülür.
hitchcock sonrası gerilim sineması giderek klişeleşir. ara ara zeka ve ustalık anlamında başarılı eserler çıksa da, gerilim giderek kan kaybeder. ani efektlerin bolca kullanıldığı şok sinemasına yönelim giderek artar. bu arada william friedkin in şeytan ı ( the exorcist , 1974) (aynı yıl metin erksan da yerli bir versiyonunu çekmiştir.) o dönem için türünün en önemli örneği olur . işte tam da bu yıllarda günümüz korku sinemasında da oldukça yer etmiş teen slasher türünün tohumları atılır. tobe hooperın yönettiği, gerçek bir seri katil olayından esinlenen the texas chainsaw massacre (teksas katliamı, 1974) çekilir. bu film teen slasher filmlerin ilki olarak kabul edilir. ardından 1977de wes cravenin, kırsala yolu düşen bir aileye saldıran yamyamların hikayesini konu aldığı the hills have eyesı ,1978de namusunu temizlemek için ablasının peşine düşen ve bu esnada da yoluna çıkanları da es geçmeyen michael myresın hikayesini anlatan john carpenter imzalı hallowenı ileriki yıllarda birçok yapıma örnek teşkil edecek klasikler olmuştur.
yıl 1980 olduğunda ise türe uzak bir isim olmasına rağmen stanley kubrick the shining le (1980) dehşet ve şok sinemasının en tepesinde yerini alır. halen en korkunç, en dehşet verici, tüm zamanların en ürkütücü filmleri sıralamalarında birinciliği başka bir filme kaptırmamış, aradan yıllar geçmesine rağmen başka bir yapım, the shining in yakınına bile yaklaşamamıştır . 1996 yılında wes cravenin screamle teen slasher filmlere yeniden can vermesiyle birlikte bu neredeyse imkansız hale gelir. screamin haklı başarısı sonrası ticari amaca yönelik olarak korku sinemasına bir yönelme olsa da bu yöneliş herhangi bir estetik kaygı gütmediğinden türe katkıdan çok zarar getirmiş ve korku sineması günümüzde bir deneme türü, bir nevi fastfood halini almasında en büyük etken olmuştur.
kavanozdaki adam...
abi ne anlıyorsunuz bilmiyorum şu filmleri izlemekten? +nasıl yani? -korkmuyorum ki ben, hem çok saçma bu filmler. +üzüldüm senin adına... i̇zliyor...
blogspot
düzenleme: link.
düzenleme: tarih düzeltmesi için ne içersen iç su iç'e teşekkürler.
peki her korku somut bir tehlike mi içermektedir? böyle olsa sanırım korku veya gerilim temalı film seanslarında sinema salonlarından bir sürü insan kaçışırdı. bu da patolojik korkuya karşılık gelmekte. bilinçdışında yer alan tehlikenin yaşama güdüsünü harekete geçirip kendisini korku olarak duyurması. bir nevi gerçekdışı korku da denilebilir ve korku filmlerinde etkisi altında kalınan korku da bununla birebir örtüşüyor desek yanlış bir saptama yapmış olmayız. gerçekdışı yada irrasyonel korku demedeki asıl gaye de tehlikenin dış dünyada değil de beyaz perdenin arkasında oluşmasıdır.
bizi bu kadar etkileyebilen bu filmlerin genel olarak ne yaptıklarına gelecek olursak. diğer sinema yapıtlarında olduğu gibi hayatın kendisini temel alarak, bir nevi yaşanılanı anlatırlar. tabi bunu yaparken her zaman bilindik tehlikeleri olduğu gibi yansıtmak yerine onu yeni tehlikelere dönüştürür, buradan yola çıkarak olması gerekeni değişime uğratır ve onu sıradanlıktan kurtarıp zekice bir yapıya kavuştururlar. sonuç olarak somut korkuyu oluşturan etkenlerin biçim değiştirmiş türevleri korkuyu ortaya çıkarmak için yeterlidir. bu filmlerdeki tehlike gerçek yaşamın yansıması olarak bakıldığında rasyonel, ancak verdiği korku hissiyatı irrasyoneldir.
peki ya korku sineması nerede, nasıl başlar? 28 aralık 1895de, parisdegrand cafe isimli bir kahvenin bodrum katındaki salon indirende. august ve louis lumiere (nam-ı diğer lumiere kardeşler) buluşları olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyorlar. o tarihi an gelip çattığında ise koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları, bir trenin la ciocat garı na girişi isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyorlar. tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok! gerçekliğin birebir sinemaya aktarımı sayabileceğimiz bu filmle başlıyor korku sineması uzun serüvenine.
korku sineması gerilim, dehşet ve daha başka türler gibi, sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara da sahip bir türdür. ilk korku sinemasının kaynağı yazınsaldır. bir çok edebi uyarlama üzerinden hareketle eserler beyaz perdede yer almıştır. bu yıllarda bilimkurgusal sinemanın öncüsü sayılabilecek georges meliesin eseri faust aux enfers (faust cehennemde, 1903 ) başta olmak üzere mary w. shelley in frankensteinı (1910), robert louis stevenson un dr. jekyll and mr. hyde ı (1908,) bunlara en yerinde örnekler. sessiz korku daha çok yazınsal olduğundan diğer bir değişle uyarlamalar üzerinden yapıldığı için burada sinemanın edebiyata hizmet ettiğini görürüz. burada amaç seyirciyi korkutmak yada dehşete düşürmek değil, edebi bir eseri hareket eden görüntülerle ve giderek gelişmekte olan tekniklerle izleyiciye aktarmaktır.
öte yandan sinemaya toplumsal, sosyolojik ve siyasal korkuyu dışavurumcu alman sineması getirir. sessiz alman sineması, sonrakilere de ilham kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir: friedrich wilhelm murnau, bram stoker ın, dracula romanından esinlenerek, nosferatu, bir dehşet senfonisi ( nosferatu, eine symphonie des grauens , 1922) ile bir vampir klasiğine imza atar. robert wiene nin yönettiği, doktor caligari nin muayenehanesi ( das cabinet des dr. caligari , 1919), dışavurumcu alman sineması, yazınsal kaynakları değil de kendi ulusal gerçeklerini anlatır. bu saydığımız iki başyapıt günümüzde halen birçok film festivalinde özel gösterim olarak orkestralar eşliğinde izleyiciyle buluşmaktadır.
tekniklerin gelişmesi ve imkanların da artması beraberinde giderek yönetmenlerin de yaratıcılıklarının sınırlarının ortadan kalkmasını sağlar. birden dört bir yandan yaratıklar, canavarlar ve garip tiplemeler ortaya çıkar. dracula (yön: tod browning / 1930), frankenstein (yön: james whale / 1931), morg sokağı nda cinayet ( murders in the rue morgue , robert florey / 1932), dr. jekyll an the mr. hyde (yön: rouben mamoulian / 1932) , bu alttürün ilk örnekleridir. 60lı yıllarda edgar allen poe eserlerinin uyarlamaları şeklinde devam eden bir klasiklere dönüş yaşanır. bu yıllara kadar görülen birçok örnek bilinen temaları tekrar eden, edebi eserlerden çokca destek alan klasik korku sinemasına dahildir diyebiliriz.
korku sineması genel olarak fantastik temellere dayanır, çılgın bilim adamları, büyüler ve doğaüstü olaylardan beslenir. türün gidişatı bu şekilde devam ederken avrupa ve amerika sinemasında, korku, kuşku, ürkütücü bir şeyler olacağına dair oluşan beklenti duygusunu ön plana çıkaran alfred hitchcock tarzı ortaya çıkar ve bu öğeleri nefes kesecek bir biçimde harmanlayan hitchcock, başlı başına bir akımın öncüsü halini gelir. kiracı ( the lodger , 1926), rebecca (1940), ölüm kararı ( the rope, 1948), sapık ( psycho , 1960), kuşlar (the birds , 1963), türü yeni ufuklara taşıyan, hitchcock kültleri olarak sinema tarihine geçer.
gerilimle korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden yönetmen roman polanski de ira lewin in romanından uyarladığı rosemary nin bebeği ( rosemary s baby , 1968) ile şeytan ve çocuk sembolleriyle şok olgusundan ustaca yararlanır. filmin etkisi öyle büyük olur ki polanski nin 9 aylık hamile eşi sharon tate, bebeğiyle birlikte charles manson tarafından bıçaklanarak öldürülür.
hitchcock sonrası gerilim sineması giderek klişeleşir. ara ara zeka ve ustalık anlamında başarılı eserler çıksa da, gerilim giderek kan kaybeder. ani efektlerin bolca kullanıldığı şok sinemasına yönelim giderek artar. bu arada william friedkin in şeytan ı ( the exorcist , 1974) (aynı yıl metin erksan da yerli bir versiyonunu çekmiştir.) o dönem için türünün en önemli örneği olur . işte tam da bu yıllarda günümüz korku sinemasında da oldukça yer etmiş teen slasher türünün tohumları atılır. tobe hooperın yönettiği, gerçek bir seri katil olayından esinlenen the texas chainsaw massacre (teksas katliamı, 1974) çekilir. bu film teen slasher filmlerin ilki olarak kabul edilir. ardından 1977de wes cravenin, kırsala yolu düşen bir aileye saldıran yamyamların hikayesini konu aldığı the hills have eyesı ,1978de namusunu temizlemek için ablasının peşine düşen ve bu esnada da yoluna çıkanları da es geçmeyen michael myresın hikayesini anlatan john carpenter imzalı hallowenı ileriki yıllarda birçok yapıma örnek teşkil edecek klasikler olmuştur.
yıl 1980 olduğunda ise türe uzak bir isim olmasına rağmen stanley kubrick the shining le (1980) dehşet ve şok sinemasının en tepesinde yerini alır. halen en korkunç, en dehşet verici, tüm zamanların en ürkütücü filmleri sıralamalarında birinciliği başka bir filme kaptırmamış, aradan yıllar geçmesine rağmen başka bir yapım, the shining in yakınına bile yaklaşamamıştır . 1996 yılında wes cravenin screamle teen slasher filmlere yeniden can vermesiyle birlikte bu neredeyse imkansız hale gelir. screamin haklı başarısı sonrası ticari amaca yönelik olarak korku sinemasına bir yönelme olsa da bu yöneliş herhangi bir estetik kaygı gütmediğinden türe katkıdan çok zarar getirmiş ve korku sineması günümüzde bir deneme türü, bir nevi fastfood halini almasında en büyük etken olmuştur.

düzenleme: link.
düzenleme: tarih düzeltmesi için ne içersen iç su iç'e teşekkürler.