korku sineması

abozek abozek
hayatta kalmanın olmazsa olmazları dendiğinde neredeyse üzerine hiç düşünmeden her insanın vereceği cevaplar aynıdır. beslenmek, nefes almak yada buna benzer yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesi için önemli olan etkenler. böyle düşünmek bardağın dolu tarafına bakmak gibi. “zaten yaşıyorum canım. açlıktan ölmedikçe de vademi doldurana kadar yaşar giderim.” kulağa hoş geliyor. peki içsel etkenleri bu şekilde çözdük diyelim. ya dışardan gelen etkenler karşısında nasıl hayatta kalabiliyoruz(en azından olabildiğince). burada tehlikeli bir olayın habercisi olarak “korku” devreye giriyor. bu sadece korkunun birinci ve koruyucu tanımı. günlük hayatta refleksler doğrultusunda bizi güvenli bir şekilde yönlendiren korku.

peki her korku somut bir tehlike mi içermektedir? böyle olsa sanırım korku veya gerilim temalı film seanslarında sinema salonlarından bir sürü insan kaçışırdı. bu da patolojik korkuya karşılık gelmekte. bilinçdışında yer alan tehlikenin yaşama güdüsünü harekete geçirip kendisini korku olarak duyurması. bir nevi gerçekdışı korku da denilebilir ve korku filmlerinde etkisi altında kalınan korku da bununla birebir örtüşüyor desek yanlış bir saptama yapmış olmayız. gerçekdışı yada irrasyonel korku demedeki asıl gaye de tehlikenin dış dünyada değil de beyaz perdenin arkasında oluşmasıdır.

bizi bu kadar etkileyebilen bu filmlerin genel olarak ne yaptıklarına gelecek olursak. diğer sinema yapıtlarında olduğu gibi hayatın kendisini temel alarak, bir nevi yaşanılanı anlatırlar. tabi bunu yaparken her zaman bilindik tehlikeleri olduğu gibi yansıtmak yerine onu yeni tehlikelere dönüştürür, buradan yola çıkarak olması gerekeni değişime uğratır ve onu sıradanlıktan kurtarıp zekice bir yapıya kavuştururlar. sonuç olarak somut korkuyu oluşturan etkenlerin biçim değiştirmiş türevleri korkuyu ortaya çıkarmak için yeterlidir. bu filmlerdeki tehlike gerçek yaşamın yansıması olarak bakıldığında rasyonel, ancak verdiği korku hissiyatı irrasyoneldir.

peki ya korku sineması nerede, nasıl başlar? 28 aralık 1895’de, paris’degrand cafe isimli bir kahvenin bodrum katındaki salon indiren’de. august ve louis lumiere (nam-ı diğer lumiere kardeşler) buluşları olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyorlar. o tarihi an gelip çattığında ise koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları, bir trenin la ciocat garı na girişi isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyorlar. tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok! gerçekliğin birebir sinemaya aktarımı sayabileceğimiz bu filmle başlıyor korku sineması uzun serüvenine.

korku sineması gerilim, dehşet ve daha başka türler gibi, sessiz dönemden kalan klasik yapıtlara da sahip bir türdür. ilk korku sinemasının kaynağı yazınsaldır. bir çok edebi uyarlama üzerinden hareketle eserler beyaz perdede yer almıştır. bu yıllarda bilimkurgusal sinemanın öncüsü sayılabilecek georges melies’in eseri faust aux enfers (faust cehennemde, 1903 ) başta olmak üzere mary w. shelley in “frankenstein”ı (1910), robert louis stevenson un dr. jekyll and mr. hyde ı (1908,) bunlara en yerinde örnekler. sessiz korku daha çok yazınsal olduğundan diğer bir değişle uyarlamalar üzerinden yapıldığı için burada sinemanın edebiyata hizmet ettiğini görürüz. burada amaç seyirciyi korkutmak yada dehşete düşürmek değil, edebi bir eseri hareket eden görüntülerle ve giderek gelişmekte olan tekniklerle izleyiciye aktarmaktır.

öte yandan sinemaya toplumsal, sosyolojik ve siyasal korkuyu dışavurumcu alman sineması getirir. sessiz alman sineması, sonrakilere de ilham kaynağı olacak bazı ilk örnekler de verir: friedrich wilhelm murnau, bram stoker ın, dracula romanından esinlenerek, nosferatu, bir dehşet senfonisi ( nosferatu, eine symphonie des grauens , 1922) ile bir vampir klasiğine imza atar. robert wiene nin yönettiği, doktor caligari nin muayenehanesi ( das cabinet des dr. caligari , 1919), dışavurumcu alman sineması, yazınsal kaynakları değil de kendi ulusal gerçeklerini anlatır. bu saydığımız iki başyapıt günümüzde halen birçok film festivalinde özel gösterim olarak orkestralar eşliğinde izleyiciyle buluşmaktadır.

tekniklerin gelişmesi ve imkanların da artması beraberinde giderek yönetmenlerin de yaratıcılıklarının sınırlarının ortadan kalkmasını sağlar. birden dört bir yandan yaratıklar, canavarlar ve garip tiplemeler ortaya çıkar. dracula (yön: tod browning / 1930), frankenstein (yön: james whale / 1931), morg sokağı nda cinayet ( murders in the rue morgue , robert florey / 1932), dr. jekyll an the mr. hyde (yön: rouben mamoulian / 1932) , bu alttürün ilk örnekleridir. 60’lı yıllarda edgar allen poe eserlerinin uyarlamaları şeklinde devam eden bir klasiklere dönüş yaşanır. bu yıllara kadar görülen birçok örnek bilinen temaları tekrar eden, edebi eserlerden çokca destek alan klasik korku sinemasına dahildir diyebiliriz.

korku sineması genel olarak fantastik temellere dayanır, çılgın bilim adamları, büyüler ve doğaüstü olaylardan beslenir. türün gidişatı bu şekilde devam ederken avrupa ve amerika sinemasında, korku, kuşku, ürkütücü bir şeyler olacağına dair oluşan beklenti duygusunu ön plana çıkaran alfred hitchcock tarzı ortaya çıkar ve bu öğeleri nefes kesecek bir biçimde harmanlayan hitchcock, başlı başına bir akımın öncüsü halini gelir. kiracı ( the lodger , 1926), rebecca (1940), ölüm kararı ( the rope, 1948), sapık ( psycho , 1960), kuşlar (the birds , 1963), türü yeni ufuklara taşıyan, hitchcock kültleri olarak sinema tarihine geçer.

gerilimle korku arasında gelgitleri uygulamayı tercih eden yönetmen roman polanski de ira lewin in romanından uyarladığı rosemary nin bebeği ( rosemary s baby , 1968) ile şeytan ve çocuk sembolleriyle şok olgusundan ustaca yararlanır. filmin etkisi öyle büyük olur ki polanski nin 9 aylık hamile eşi sharon tate, bebeğiyle birlikte charles manson tarafından bıçaklanarak öldürülür.

hitchcock sonrası gerilim sineması giderek klişeleşir. ara ara zeka ve ustalık anlamında başarılı eserler çıksa da, gerilim giderek kan kaybeder. ani efektlerin bolca kullanıldığı şok sinemasına yönelim giderek artar. bu arada william friedkin in şeytan ı ( the exorcist , 1974) (aynı yıl metin erksan da yerli bir versiyonunu çekmiştir.) o dönem için türünün en önemli örneği olur . işte tam da bu yıllarda günümüz korku sinemasında da oldukça yer etmiş “teen slasher” türünün tohumları atılır. tobe hooper’ın yönettiği, gerçek bir seri katil olayından esinlenen “the texas chainsaw massacre” (teksas katliamı, 1974) çekilir. bu film “teen slasher” filmlerin ilki olarak kabul edilir. ardından 1977’de wes craven’in, kırsala yolu düşen bir aileye saldıran yamyamların hikayesini konu aldığı “the hills have eyes”ı ,1978’de namusunu temizlemek için ablasının peşine düşen ve bu esnada da yoluna çıkanları da es geçmeyen “michael myres”ın hikayesini anlatan “john carpenter” imzalı hallowen’ı ileriki yıllarda birçok yapıma örnek teşkil edecek klasikler olmuştur.

yıl 1980 olduğunda ise türe uzak bir isim olmasına rağmen stanley kubrick the shining le (1980) dehşet ve şok sinemasının en tepesinde yerini alır. halen en korkunç, en dehşet verici, tüm zamanların en ürkütücü filmleri sıralamalarında birinciliği başka bir filme kaptırmamış, aradan yıllar geçmesine rağmen başka bir yapım, the shining in yakınına bile yaklaşamamıştır . 1996 yılında wes craven’in “scream”le “teen slasher” filmlere yeniden can vermesiyle birlikte bu neredeyse imkansız hale gelir. “scream”in haklı başarısı sonrası ticari amaca yönelik olarak korku sinemasına bir yönelme olsa da bu yöneliş herhangi bir estetik kaygı gütmediğinden türe katkıdan çok zarar getirmiş ve korku sineması günümüzde bir deneme türü, bir nevi “fastfood” halini almasında en büyük etken olmuştur.

kavanozdaki adam... abi ne anlıyorsunuz bilmiyorum şu filmleri izlemekten? +nasıl yani? -korkmuyorum ki ben, hem çok saçma bu filmler. +üzüldüm senin adına... i̇zliyor... blogspot

düzenleme: link.
düzenleme: tarih düzeltmesi için ne içersen iç su iç'e teşekkürler.
sawar sawar
teen slasher alt-türünün içine sıçtığı sinema türüdür. sadece kanın gövdeyi götürdüğü filmlere korku filmi yerine "tiksinti filmi" adını verdim kendimce. oysa korku insanın içine işlemeli, filmi izledikten günler, hatta yıllar sonra hatırlandığında hafiften bir ürperti vermeli. mesela kadınlara duş alırken sürekli perdenin arkasını kontrol ettirmeli, ya da kalabalık bir kuş sürüsü gördüğünde adımlarını sürüden uzağa çevirmeli insanın.
setheleh setheleh
her şey biraz da melies'in lumierre kardeşlerden etkilenip sinemayı gerçek bir sanata dönüştürmenin ilk adımını atması ve bugünkü anlamıyla özel efektleri kullanmayı akıl etmesi ile alakalı. her ne kadar griffith gerçek anlamda sinemayı şekillendiren adam olarak sinemanın babası kabul edilse de melies "yorum farkı" ile lumierre'in bilimsel icadının sanatla arabuluculuğunu yapmıştır.

ilk çekilen korku filmi olarak murnau'nun nosferatu'sunu sayabiliriz sanırım. dracula'yı ingiliz etkisinden uzaklaştırmak, telif ödememek için karaktere orloc adı verilmiş ve hikayedeki ingiliz etkisi mümkün olduğunca azaltılmıştır. gerçi stoker'ın hanımı vesayet sahibi olarak almanlara dava açmış ve kazanmıştır da. sonra almanlar filmi yakmıştır ve film benim bildiğim kadarıyla paris'teki depolarda bulunan kopyalar sayesinde tekrar (60'larda) izlenebilir kılınmıştır.

korku sinemasının altın dönemi 1931'deki dracula ile başlar. bu filmi yapan universal arsızca yardırıp mumya, frankenstein, kurt adam filmleri yapar. bu furya on yıl kadar devam eder ve bu süre boyunca devam filmleri yapılır. bu da yetmez karma filmler yapılır. kurt adam ile frankenstein karşılaştırılır, mumyaya beş çayına , dracula'ya altın gününe gidilir.
yine de dalga geçmeyelim, biz nasıl ki testere'ye bakıp "vay babam vay" diyoruz, o zamanın insanları da bu filmlere aynı tepkiyi veriyorlardı.

şimdi bıyık altından güldüğümğüz filmler o zaman sansüre takılıyordu. hatta stüdyolar gelen yoğun baskıya karşı koyabilmek için otosansüre gittiler.zaten 40'larda da sektör zayıfladı, her güzel şeyin bir sonu elbet olacaktı. bu dönem bu oto sansür yüzünden "göstermeden korkutan" filmler yapılacaktı. misal cat people.

1950'lerde atom dönemi geldi. ed wood da bu aralar epey yardırıyordu. bu dönem filmleri savaş sonrası dönem olarak anılır ve çok da parlak işlerin olmadığı bir döneme denk düşer.

50'lerin sonunda korku sineması güneş batmayan krallıkta tekrardan doğdu. britanya'da efsane hammer yapım şirketi ortaya çıktı ve "curse of frankenstein" ile paranın dibine vurdu. bu rüzgarla sayısız korku filmi çekti. sektör patladı, italya ve meksika sineması korku açısından kendini aştı. abd ise korku filmi yaratımında o derece bolluk çekmiyordu, aynı otosansür yüzünden işler iyi gitmiyordu. 68 sonrası işler değişecekti ve özellikle 70'ler yeni bir patlamaya sahne olucaktı.

73 yapımı the exorcist ortalığı duman etti ve uzun zamandır bu tarz filmlere burun kıvıran büyük yapım şirketlerini tekrar korku türünde filmler yapmaya teşvik etti. yalnız bu büyük şirketlerin dönüşü idi yoksa her dönem küçük ölçekli yapım şirketleri bu tarz filmler deniyorlardı.

70'lerde hollywood dışından şahane filmler çıktı. tobe hooper'in teksas testere katliamı, romero'nun zombi filmleri ve sonlara doğru carpenter'in halloween'i sektörü şaha kaldırdı. bu başarılı işler yönetmenlerin hollywood bileti olacaktı. sonraki dönemlerde sam raimi de evil dead ile aynı yoldan yürüyecekti.

90'larda işler değişti ve scream ile self refleksif filmler furyası başladı. filmin içerisinde korku filmi konvansiyonlarını bilen kurgu karakterler vardı ve oyunu açık etmekteydiler. zaten bu filmler günümüzde bazı insanlar tarafından fan movie olarak görülürler.

2000'lerde uzak ülkelerin filmlerine yöneldi insanlar. uzak doğu filmlerinin remake'leri yapıldı.

çok fazla uzak doğu, hindistan , italya gibi ülkelerin filmlerine girmeden; psikanaliz -marksist okumalara bulaşmadan, ötekileştirme ve bastırılma kavramlarının derinine inmeden ve zaman-mekan dahilinde filmleri değerlendirmeden "fan" seviyesinde hızlıca aktarsaydık sanırım böyle bir şey olurdu. belki de olmazdı, ben böyle yazdım ama ne bileyim...
ben şimdi gidip bir çay koyayım... daha sabah erkenden kalkıp evlenme programı izleyeceğim.
agoni agoni
biraz kan, biraz kemik, fiziği düzgün bir sarışın bi de ahşap eski bir evin olmadığı korku filmi sütsüz kahve gibidir.
yalnızlık anlatılmak ister yalnızlık anlatılmak ister
son yıllarda avrupa'da korku sinemasının bayraktarlığını ispanya ve fransa üstleniyor. ama aralarında mühim bir fark var: ispanya'dan öksüzler ve hayaletlerle dolu gerilim filmleri gelirken, fransızlar kanın su gibi aktığı işgence görüntülerine meraklılar. "neden?" sorusunun cevabı başlı başına bir tez konusu.

ispanya'nın faşist geçmişinden ve bununla hesaplaşıp bugün avrupa'nın nadir sosyalist iktidarlarından birine sahip olmasından gir, kimilerince -bence fevkalade bir tespitle- "yaşayan bir ölü" olarak tanımladığım fransa'nın halihazırdaki kaba muhafazakarlığı ve ırkçılığından çıkabilirsin.
tnt tnt
gerçekten de sinema sanatının yüz karasıdır hatta sanat bile dememek gerekir buna. tabi başarılı filmleri vardır ancak işleyebilbileceği konular hep sınırlıdır.
terk terk
cenklen erdem'in programlarındaki bir bölüm. başroldeki osman'ın kafasına sürekli olarak gökten koskocaman bir şey düşer.