paul krugman

gentile gentile
3 tane kitabı da kitapyurdu.com'da listelenmiş durumdadır, daha geçenlerde bi kitabını okudum adı bunalım ekonomisinin geri dönüşüydü, etkileyici tesbitleri var, olayları olduktan sonra doğru yorumlamış peki olmadan önce öngörebilmiş mi onu bilmiyorum, sakallıdır, yahudidir, neo-keynesçidir, new york times'da yazmaktadır, yakında türkiye'ye gelir pahalı bir otelde pahalı dinleyicilere akıl verir gider ama yine krizler olur yine sistemler çöker değişen bir şey olmaz.
kiralık varsayım kiralık varsayım
fortune dergisi tarafından "john maynard keynes'den sonra en iyi yorumcu" ilan edilen princeton üniversitesi'nin parlak iktisat profesörü paul krugman, "uluslararası ticaret teorisi ve iktisadi coğrafya" alanına katkıları nedeniyle 2008 nobel ekonomi ödülü'nü kazandı. new york times'a yazdığı ekonomi ve siyaset içerikli köşe yazılarıyla bush yönetimi ve cumhuriyetçilere sert eleştiriler getiren krugman; anlaşılır yazı diliyle, kolayca okunan ve iktisat yazınını geniş kesimlere sevdiren bir iktisatçı olarak da tanındı. keskin dili ve girdiği polemiklerle de gündemde yer alan "ılımlı solcu" krugman aynı zamanda çok hızlı üreten iktisatçıların başında geliyor. krugman, new york times'taki köşe yazıları ve 1990'lar ve 2000'lerin başlarına kadar yaşanan önemli tüm ekonomik krizleri önceden öngörmesiyle de tanınmıştı. 1999 yılında yazdığı bunalım ekonomisinin geri dönüşü kitabında; verimlilik konusunda gelişim sağlayamayan asya ülkelerinin sabit döviz kuru politikaları ile krize nasıl girdiklerinin analizini yapmış ve bugün küresel ölçekte yaşanan krizin de haberini vermişti. 2002 yılından itibaren abd'de uygulanan vergi indirimine dayalı "arz yanlısı politikaları" eleştiren iktisatçı küreselleşmenin dünyayı küçülttüğünü ve abd'de başlayacak bir krizin dünyaya yayılacağını da belirtmişti.

bunalım ekonomisinin geri dönüşü'nün türkçe basımına yazdığı önsözde bizim yaşadığımız 2001 kriziyle ilgili bugün de hâlâ geçerliliğini koruyan tespitleri vardı: "tüm krizler gibi liranın ani düşüşü de kendine özgü birçok özelliğe sahipti: krizi tetikleyen iç siyasal çatışmalar, benzeri daha önce hiçbir yerde görülmeyen türdendi. ve elbette türkiye'nin ekonomi politikasında krizi mümkün kılacak çok sayıda çatlak bulunuyordu. "ahbap çavuş kapitalizminin" sözünü etmeye bile gerek olmayan türkiye'de bariz bir çürüme hüküm sürmekteydi, hâlâ da sürmektedir."

abd de yaşanan krizin temelleri
basit modellerle açıklanmış, ancak kapsamlı analizleriyle uluslararası iktisat teorisine yaptığı katkılar nedeniyle nobel ekonomi ödülü'ne layık görülen ve artık ekonomi alanında uluslararası bir "star" haline gelen paul krugman, literatür yayınları tarafından türkçeye çevrilen son kitabı bir liberalin vicdanı'nda "özgürlükçü, serbestlik yanlısı" olan liberallerin sınırlarının ne olması gerektiğini, "gerekli şeytan" (necessary devil) denen devleti, toplumsal yaşamın kimi kilit noktalarından uzaklaştırmanın ne gibi sonuçları olabileceğini abd örneğinden yola çıkarak anlatıyor. denetimsiz serbest piyasa ekonomisinin yarattığı anomaliler aslında yirminci yüzyılın başından beri bilinmesine rağmen, bu problemlerin uzun vadede yine piyasa dinamikleri tarafından çözüleceği görüşü hem sermayedarlar hem de azımsanmayacak kadar çok iktisatçı tarafından savunula geldi. ancak krugman bir keynesyen olarak devletin ekonomide olması gereğinin altını her zaman çizdi.

krugman'a göre ekonomik büyümenin yarattığı artı değerin giderek daha az sayıda kişinin elinde toplanması en önemli sorunlardan biriydi. toplumun bir bütün olarak çalışarak yarattığı gelirden aslan payının en tepedeki yüzde 10'luk kesimin cebine gitmesi, sadece bir liberalin vicdanını değil gitgide toplumun tümünü rahatsız etmektedir. 2004 yılında gelir düzeyi en yüksek yüzde 10'luk dilimin gayri safi yurtiçi hasıladan (`gsyih) aldığı pay yüzde 44,3 iken en tepedeki yüzde 1'in kasasına giren payın yüzde 17,4 olması ciddi anlamda bir sorun yaratacaktı.

birincisi; sermayenin giderek belli bir kesimin elinde yoğunlaşması modern parlamenter demokraside siyasi bir eşitsizlik yaratmaktadır. zenginler, patronlar ve iş lobileri seçim dönemlerinde kendi çıkarlarını koruyan partilere çok büyük meblağlarda seçim yardımı yaparak partiler arasındaki rekabeti baltalamaktadır. kaynakları daha geniş olan partiler daha etkili propaganda yapabilme olanakları sayesinde rakiplerinin önüne geçebilmektedir. ve tabii ki yapılan bu yardımların karşılığı seçimlerden sonra meyvesini vermekte ve toplumun geniş kesimlerinin lehine ama seçim yatırımı yapabilecek paraya sahip zenginlerin aleyhine olabilecek düzenlemeler siyasi gündemden itinayla uzak tutulmaktadır. üstelik bu karşılıklı ilişki burada da kalmamakta, bunalım ekonomisinin geri dönüşü adlı kitabında da bahsettiği "ahbap çavuş kapitalizmi"nin çarkları dönmeye başlamaktadır. krugman bu ilişkilere tarihsel bir süreç içinde bakmaya devam ediyor.
bu siyasi eşitsizliğin abd'de sürekli muhafazakâr hareketin lehine işlemesinin çok ilginç başka nedenleri de var: en önemlisi ırk ayrımcılığı ve göç politikaları. abd'li siyahlar sadece otobüslerde arka sıralara oturmak zorunda bırakılmıyorlardı; yakın zamana kadar oy verme hakkından da yoksundular. aynı durum göçmenler için de geçerliydi. krugman, 1920 yılında yetişkin abd nüfusunun yüzde 20'sinin abd dışında doğmuş kişilerden oluştuğunu ve bunların yarısının da abd vatandaşı olmadığını belirtiyor. bunun dışında kalıp da oy verme hakkı olan alt gelir grubundaki insanların da seçim dönemlerinde baskı ve şiddete varan yöntemlerle oy vermesinin önüne geçilmeye çalışıldığını söylüyor. tüm bunların sonucunda muhafazakâr hareketin 1920'lere kadar siyasi arenada mutlak bir hakimiyet kurduğunu belirtiyor. hatta 1870-1920 arasında başkanlık seçimini kazanabilen iki demokrat parti adayı da aslında "serbest ticarete inanan muhafazakâr anlamına gelen" bourbon demokratları'ydı. bu temsil eşitsizliğinin giderilmesi ancak 1924 yılında abd'ye olan göçlere sert sınırlamalar getirilmesi ve siyahların oy verme hakkına kavuşmasıyla bir ölçüde dengelenebildi. yine de muhafazakâr hareket özellikle abd'nin güney eyaletlerinde ırkçılığı körükleyerek etkinliğini sürdürdü.

yukarıda işleyişi anlatılan sürecin toplumun geniş kesimlerini etkileyen belli başlı yansımaları var. bunlardan en önemlisi toplumsal sağlık politikası. günümüzde pek çok gelişmiş ülke (bütün işleyiş aksaklıklarına rağmen türkiye de) kapsamlı bir sağlık sigortası ağına sahip. gelgelelim bu sigorta sistemine özel sektörün yaptığı saldırılar son yirmi yıldır giderek artıyor. gerek herkese sağlık hizmeti alabilme garantisi sunulmasının, can derdine düşmüş insanlara sağlık hizmetlerinin ve sigorta poliçelerinin yüksek fiyatlarla satılabilme olanağını azaltması dolayısıyla sigorta şirketleri, gerekse patent hakları sayesinde yaptıkları yatırımın kat be kat fazlasını kazanan ilaç şirketleri, devlet tarafından sunulan sağlık sigortasına şiddetle karşı çıkıyorlar.

işin ilginç yanı, dünyanın en zengin ülkesi olan abd'nin hiçbir zaman kapsamlı bir sosyal sigorta sistemine sahip olmayışı. 1920'lerde başlayıp 1970'lere kadar devam eden ve krugman'ın büyük sıkıştırma adını verdiği dönemde üst gelir grubundakilerden alınan gelir ve veraset intikal vergisi oranlarının yükseltilmesi ve buradan elde edilen gelirin alt gelir grubundaki ihtiyaç sahiplerine transferi yoluyla sosyal devletin temelleri atılmıştır. büyük sıkıştırma döneminin başarılı olma nedenlerinden biri zenginler hariç toplumun her kesimine fayda sağlamasının yanı sıra muhafazakâr güney eyaletlerine yük bindirmemesi olduğunu iddia ediyor krugman. yüksek vergilere tabi tutulan zenginlerin büyük çoğunluğu kuzey eyaletlerinde yaşarken sistemin faydalarından yararlananların çoğunun güneyde yaşaması muhafazakâr hareket ve dolayısıyla cumhuriyetçi parti'nin de sesini kısmış olduğunu belirtiyor. ancak bu anlaşmanın da sınırları vardı. 1946 yılında harry truman kapsamlı bir sağlık sigortası tasarısı hazırladığında karşısına iki önemli muhalif buldu. bunlardan biri, üyesi olan doktorlar vasıtasıyla doğrudan hastalara yasa tasarısı hakkında olumsuz propaganda yapan amerikan tıp derneği, diğeri ise siyahlarla beyazların aynı hastanelerde tedavi görecek olmasına dahi tahammül edemeyen güneyli beyazlardı. yine de 1970'lere kadar süren bu sessiz anlaşmanın, muhafazakâr hareketin eskinin yaşlı para babası güneylilerin elinden çıkıp genç, dinamik ve medyatik yeni bir kuşağın eline geçmesiyle başladığını anlıyoruz. bu yeni muhafazakâr hareketin en önemli figürlerinden biri de reagan'dı. büyük sıkıştırma döneminin uygulamalarına ve getirdiği yeni anlayışa açıktan muhalefet etmeye başlayan ilk isim de oydu. sosyal yardım uygulamalarına getirdiği eleştirileri antikomünist politikalarla birleştirerek muhafazakâr hareketi geniş halk kitleleri için muteber hale getirmiş; üstelik bunu açıktan ırkçılık yapmadan başarmıştı.

bir diğer önemli konu da çalışan kesimin örgütlenmesinin önüne geçilmesidir. krugman'a göre maaşlı çalışanların sendikalar vasıtasıyla hak araması sadece kendilerini değil, sendikalı olmayan çalışanları da pozitif yönde etkilediği gibi şirketlerin ceo'larından başlayarak ücret eşitliğini gözetmelerine yol açmaktadır. işveren kesim doğası gereği sendikaya karşı olduğu için sendikalı işçi oranı arttıkça sendikalı olmayanları da kaybetmemek için onların ücretlerinde de iyileştirmeler yapmakta ve tepki çekmemek için üst düzey yönetici maaşlarına sınırlama getirmektedir. sendikalaşmamanın ve ücret kontrolsüzlüğünün bedelinin ise gelir dağılımındaki eşitsizlikle sonuçlandığını savunuyor krugman. başka bir deyişle, toplumdaki her birey yüz yıl öncesine göre daha çok gelir elde ediyor ama artan gündelik ihtiyaçlarla da beraber, belirgin bir refah artışı yaşamadığı gibi gelir dağılımı her geçen gün zenginlerin lehine bozuluyor. krugman bu adaletsizliğin büyük sıkıştırma dönemi uygulamalarıyla sınırlandırıldığını söylüyor ve verdiği rakamlar da kendisini doğrular nitelikte: 1920 yılında en zengin yüzde 10'luk kesim gsyih'den yüzde 43.6 oranında pay alırken, büyük sıkıştırma döneminin refah devleti uygulamaları sonucunda gelir vergisi oranlarının arttırılmasıyla aldıkları pay neredeyse yarı yarıya azalmıştı. ve zenginlerden alınan yüksek vergilerin sosyal transfer harcamaları kapsamında alt gelir gruplarına aktarılmasıyla ulusal refahın bölüşümü daha adil bir duruma gelmişti. fakat, 1970'lerden sonra muhafazakâr hareketin refah devleti anlayışına karşı çıkmasıyla beraber gelir dağılımındaki adaletsizlik 1920'li yıllardaki rakamlara yeniden geri dönmüş durumda.

aynı eğilimi sendikal örgütlenme ve ücret kontrolünde de görüyoruz: büyük sıkıştırma döneminde sendikalaşmanın teşvik edilmesiyle beraber abd'deki sendikalı işçilerin oranı neredeyse avrupa ülkelerindeki oranları yakalayarak yüzde 30.4'e kadar çıkmıştı. 1999 yılındaysa bu oran dramatik bir biçimde düşerek yüzde 13.5'a indi.

benzer biçimde ücretlerin kontrol altında tutulması da gelir bölüşümündeki adaleti sağlamaya yönelik olmuş: 1950 yılında abd'nin en büyük 50 firmasının ceo'su günümüz değerleriyle ortalama 1.2 milyon amerikan doları kazanırdı ve bu ortalama bir işçi maaşının 40 katıydı. 2000'li yıllardaysa ise bu oran 367 katına çıkmış bulunuyor. örneğin, abd'nin en büyük şirketi olan wal-mart'ın ceo'su lee scott'un 2005 yılında aldığı maaş tamı tamına 23 milyon amerikan doları. krugman, şirket karlılığı üzerindeki etkisi belirsiz olan ceo'lara bu kadar çok maaş ödenmesinin ücret adaletsizliğinin en çarpıcı göstergelerinden biri olduğunu belirtiyor. üstelik ceo'suna türkiye'deki pek çok şirketin yıllık cirosundan daha fazla maaş veren wal-mart'ın işçilerine ödediği maaş (yıllık yaklaşık 18 bin amerikan doları), otuz beş yıl önce general motors'un işçilerine ödediği maaşın yarısından daha az.

her ne kadar ekonomi konusunda dünya çapında üne sahip olsa da paul krugman'ın toplumsal armoniyi bozan bu sorunlar için mucize bir çözümü yok. çünkü en başta bahsettiğimiz siyasi rekabetteki eşitsizliği gidermek çok zor görünüyor. tarihsel gelişim sürecinde incelediğimizde de bu sorunların çözümü için gerekli olan olağanüstü tedbirlerin genellikle olağanüstü durumlarda alınabildiğini görüyoruz. abd'de bu durum farklı değil.

horace mccoy'un atları da vururlar ya da john steinbeck'in efsanevi romanlarında okuduğumuz vahşi kapitalizmin dizginlenmesi ancak birinci dünya savaşı'nın getirdiği koşullarda mümkün olmuştur. savaş ekonomisi sebebiyle devlet harcamalarının artması sanayicilerin iştahını kabartırken, abd devleti bir yandan ücret kontrolü, diğer yandan sendikal hareketi kimi zaman açıktan destekleyerek hem bir denge siyaseti gütmüş hem de çoğunluğunu orta sınıfın oluşturduğu bir toplum yaratmıştı. hatta savaş sonrası dönemin abd başkanlarından franklin roosevelt, seçim kampanyasında doğrudan zenginleri hedef alan şu konuşmayı yapmıştı:"barışın sabık düşmanlarıyla mücadele etmek zorundaydık. bunlar iş dünyasındaki ve finansal alandaki; tekeller, spekülasyon, pervasız bankacılık, sınıf uzlaşmazlıkları, bölgecilik, savaş vurgunculuğudur. bunlar abd hükümetini yalnızca kendi işlerinin bir eklentisi olarak görmeye başlamışlardı. örgütlü para tarafından yönetilen hükümetin, organize bir suç örgütü tarafından yönetilen bir hükümet kadar tehlikeli olduğunu artık biliyoruz. bu güçler tarihimizin hiçbir döneminde hiçbir adaya karşı asla bugünkü kadar birleşmediler. benden hepsi aynı ölçüde nefret ediyor, nefretlerini memnuniyetle kabul ediyorum."

krugman 1950'lere kadar devam eden bu sürecin tersine dönmesinin sebebinin zenginlerin siyasi rekabette yarattığı eşitsizlikle beraber, muhafazakârların, abd'nin ezelden beri problemi olan ırkçılığı ve dinciliği alttan alta kışkırtmasına bağlıyor. ve bill clinton gibi popüler ve güçlü bir başkanın bile herkesi kapsayan bir sosyal güvenlik yasasını parlamentodan geçiremediğini söylüyor. yine de umudunu yitirmiş değil ve vicdanının sesini dinliyor. kaldı ki şu anki durum yeniden radikal tedbirler almak için müsait görünüyor. hem abd ciddi bir ekonomik krizle boğuşuyor hem de sistemin başında hem ekonomik hem de toplumsal anlamda ayrımcılığa uğramış kesimin mensubu bir başkan var.
bir liberalin vicdanı , hem dünyanın süper gücü abd'nin sosyo-ekonomik gelişimini anlamak hem de "küçük amerika" olma sevdalısı türkiye'de de işlerin ne kadar benzer yöntemlerle yürütüldüğünü görmek için ideal bir kitap.

paul krugman yirmiden fazla kitaba ve iki yüzden fazla makaleye imzasını attı. daha çok uluslararası ticaret ve finans konularında yaptığı araştırmalarla ünlenen krugman; uluslararası ticaret teorisini kapsamlı bir şekilde yeniden gözden geçiren "yeni ticar et teorisinin" kurucularındandı. bu çalışmalarından ötürü amerikan ekonomi topluluğu krugman'ı iki yılda bir kırk yaşın altındaki iktisatçılara verilen john bates clark madalyası ile ödüllendirdi. paul krugman'ın araştırmaları ekonomik krizler ve döviz krizleri üzerine odaklandı.

krugman akademik dünyada, ülkelerin serbest ticarete getirdiği engellerle kazançlı çıkmasının modellendiği ticaret teorisi ve döviz krizlerine yönelik ders kitabı niteliğindeki açıklamalarıyla tanınıyor. özellikle son yaşanan krizi önceden tahmin eden krugman, krize karşı getirdiği önerilerle de dikkat çekiyor.

krugman, 2008 yılında "ticaret kalıplarının analizi ve ekonomik aktivitenin gerçekleştiği yer" (analysis of trade patterns and location of economic activity) konusunda yaptığı çalışmalar ile ekonomi alanında nobel ödülünü kazandı.

türkçe de paul krugman kitapları:
* bunalım ekonomisinin geri dönüşü, literatür yayıncılık, 2002.
* politika taşeronları: azalan beklentiler çağında iktisadi eğilimler ve önemsizleşen refah, literatür yayıncılık, 2001.
* büyük çözülme, csa, 2005.
* bir liberalin vicdanı, literatür yayıncılık, 2009.

kaynak:radikal kitap (prof. dr. sadi uzunoğlu'nun yazısı)
seher seher
"biz amerikalılar, çinlilere karşılıksız tahviller sattık; onlar da bize zehirli oyuncaklar gönderdi, gayet adildi."
serbest radikal serbest radikal
"krugman keynes'i anlamıyor, ben anlıyorum ben" demeden önce biraz düşünmek gerekir. devletin ister yatırım harcamaları, ister tüketim harcamaları olsun, keynes'e göre otonom harcamalarındaki her artış is eğrisini sağa hareket ettirerek milli geliri yukarı çeker. bu bağlamda devletin tüketim ve yatırım harcamalarını arttırması arasında bir tercih yapmak anlamsızdır. ha devletin bazı alanlarda piyasadan çok daha toplum yararı amacına uygun kararlar alabileceğini düşünürsün, mesela enerjiyi, tarımı-hayvancılığı piyasaya bırakmak istemezsin ve doğru da yaparsın ama bu tercihin keynes'in analiziyle ilgisi yoktur. keynesyen anlayışa eklenen kapasite arttırıcı yatırımların milli gelir üzerinde basit yatırım çarpanından daha fazla etki yapacağını iddia eden süper çarpan kavramı da, keynes'ten daha sonra ortaya atılmıştır. keynes'e göre kamu harcamalarının -tüketim veya yatırım harcaması farketmez- milli gelire etkisini belirleyen çarpan 1-marjinal tüketim eğiliminin veya diğer tabirle marjinal tasarruf eğiliminin tersine eşittir. marjinal tasarruf eğilimi yüzde 20 ise, devletin harcamalarındaki her artış milli gelirde kendisinin 5 katı büyüklüğünde artış ortaya çıkaracaktır. tabi bu artış eğer vergilerle finanse ediliyorsa vergi çarpanı ile yaratılan milli gelirdeki azalmayı bu artışa eklersin. c tüketim eğilimi t vergi miktarı olsun. t miktarda verginin milli gelirde yaratacağı azalma tx(1/c)/(1-(1/c)) olur. dolayısıyla marjinal tasarruf eğilimi yüzde 20 olan bir ekonomide 20 birimlik vergi toplandığında milli gelirde 80 birimlik azalış meydana gelirken, 20 birimlik kamu harcaması 100 birimlik artış meydana getirir. nette milli gelirdeki artış 20 birim olur. bunu hatırlatıyorum ki analizde önemli olanın devletin yatırım veya tüketim harcaması tercihinin değil, marjinal tasarruf eğilimi ile otonom harcamaların önemli olduğu görülebilsin. dikkat edilirse vergilerin tüketimde yapacağı değişimi olumsuz bir etken olarak umursuyoruz, yoksa daha az tüketim yapıp daha fazla yatırım yapıyoruz diye sevinebilirdik ama kazın ayağı öyle değil. biz kamu yatırımlarını arttırıken bir yandan da tüketimdeki azalma milli geliri, milli gelirdeki azalma tasarrufları, tasarruflardaki azalma da yine toplam yatırım harcamalarını aşağı çekiyor. tabi bu arada kamu harcamalarındaki değişimin diğer değişkenler sabit kaldığında bizim ülkemiz için sosyal refahtaki artış ve gelir dağılımındaki düzelme bir yana milli gelir açısından yukarıda beklenen farkı yaratmayacağını, çünkü dalgalı kur ve dışa açık ekonomi nedeniyle is eğrisindeki sağa hareketin parasal genişlemeyle birlikte olmadığı takdirde lm eğirisindeki sola hareketle dengeleneceğini ve sonuçta milli gelirin değişmeyeceğini söyleyelim. ama süper çarpan kavramını burada hatırlarsak devlet kapasite arttırıcı yatırımları arttırırsa durum değişebilir, ya da kamu harcamalarındaki artışa parasal genişlemenin de eşlik etmesi gerekir. ayrıca gelir dağımı bu kadar bozuk olan bir ülkede kamu harcamalarındaki artışın milli gelirdeki artıştan çok daha iyi sosyal sonuçlar doğuracaktır... amerika içinse durum farklı çünkü çok çok büyük bir ekonomi olduğundan devlet harcadıkça milli geliri de her türlü artar. tüketim veya yatırım harcaması farketmez.

işte bu noktada neden keynes'in en önemli katkısının likitide tuzağı kavramı olduğu da açığa çıkar. şu anda abd'de monetarist politikalarla ekonomi canlandırılmaya çalışıyor, bunun için tahvil alım paketleriyle faizler düşürülmeye devam ediliyor. oysa aslında öyle bir noktadalar ki, faizlerdeki ilave düşüşün yatırım harcamalarındaki artış üzerindeki etkisi çok çok düşük ve belki de yok. bu monetarist anlayışla gelinen nokta. keynesyen anlayışın farkı mevcut soruna yaptığı çözüm katkısıyla ortaya çıkıyor. o da nedir: para politikasının bittiği yerde maliye politikası başlar. otonom harcamalar arttırılmalıdır, devlet daha fazla harcamalıdır. bu keynesyenlerin fark yaratan çözüm önerisi olduğu için ve likidite tuzağı kavramıyla ilişkili olduğu için, en önemli katkının da bu olduğu doğrudur. belirsizlik olayına gelirsek, neoliberallerin kamu harcamalarının azaltılması yönündeki ısrarlarının bahanelerinden birisinin de devletin yüksek borç miktarının yarattığı belirsizlik(!) olduğunu hatırlatırım. devletlerin bu kadar borçlu olmasının sebebi olarak da keynesyen politikaları gösteriyorlar. oysa bunun en büyük sebebi saçma sapan parasal sistem ki bu sistemde devlet borçlanmadan para arzı arttırılamıyor. sonra da zenginlerden daha az vergi alan arz yönlü neoliberal politikalar...

krugman ki wall street'e, deregülasyon sürecine, modern finansal sisteme en çok eleştiri yönelten bir adam. bankaların kurtarılmasını savunması değil de bunun nasıl yapılmasını istediği sorun yapılabilir ancak. çünkü bankaların kurtarılması tartışılamaz. o bankalar kurtarılmasaydı da neoliberallerin kafasına kalsaydık bütün dünyada topyekün bir çöküş, işsizlik, açlık ve zenginlerin daha da güçlendiği hatta hegomanikleştiği ve ulus devletlerin tamamen tasfiye edildiği bir dünya görecektik. belki de deregülasyon sürecinin son aşamasında planlanan buydu, tamamen tekelleşmiş uluslararası şirketlerce yönetilen bir dünya. bankaların kurtarılmasını geçtiysek bu nasıl yapılmalıydı konusuna gelelim. bence olması gereken devletlerin kurtardıkları bankalardan özsermayeye katkı nispetinde hisse sahibi olması yani kısmi veya tam kamusallaştırma idi. krugman'ın önerisi ise özetle regülasyonların arttırılarak tavizsiz uygulanması yanlış bilmiyorsam, bunun yapılmamasını eleştirdiği yazıları da mevcuttur. napsın adam obama'ya güvenmiş herhalde. ama bir ekonomistin bazı fikirlerine katılmamak başka, bunlar yüzünden adama mal demek başka... ayrıca devletin banka kurtarmak için harcadığı paralar keynesyen maliye politikaları kapsamında değil de para politikaları kapsamında değerlendirilmelidir diye düşünüyorum çünkü bir bankanın kurtarılmasıyla aslında kaydi para arzındaki trilyonlarca dolarlık azalma engellenmiş oluyor nihayetinde.
serbest radikal serbest radikal
-keza, eğer devletin yatırıma yaptığı harcamayla bireysel harcamalar arasında fark yok işe neden şimdi devletin harcaması bekleniyor diye sorarlar adama.

devletin yatırım harcamalarıyla bireysel harcamalar arasında fark yok denilmedi. aksine yazıda otonom harcamaların milli geliri çarpan mekanizmasıyla nasıl arttırdığı anlatıldı. otonom harcama demek, gelirden bağımsız harcama demektir. bireysel harcamalar gelirden bağımsız değildir, bireyler gelirleri kadar harcayabilirler. devlet, borçlanabilir, para basabilir veya vergi salarak gelir yaratabilir. bu önemlidir çünkü harcamalar gelire bağımlı değişkenden bağımsız değişken haline dönüşürler ve ekonomiye müdahale imkanı doğar. yoksa devletin tek yapabileceği geliri paylaştırmak veya belki bir ihtimal zaten kullanılan kaynakları daha verimli alanlara kanalize etmek olurdu ama otonom harcamalar ile ekonomideki tüm üretim faktörlerinin tam istihdamda çalıştırılabilmesi mümkün hale gelir. bireyler yerine devletin harcaması bekleniyor çünkü devletin harcaması otonomdur. bizde bir ara alın verin ekonomiye can verin kampanyaları yapıldı. oysa bireylerin harcayabilmesi gelire bağlı idi. gelir de hem dış ticaret kanalıyla, hem de dış finansman kanalıyla küresel krizde daralıyordu. devletin yapması gereken ve yapabileceği harcama bireylerden beklendi. fark burada.

-devlet harcamalarını artırmalıdır çünkü özellikle kriz zamanlarında kaybolan güveni yerine getirmek ve artan belirsizliği kontrol altına almak için hanehalklarina işaret vermek zorundadır.

devlet harcamalarının tek işlevi işaret vermektir yani? bu yüzden devlet harcama yapmalıdır?

-zaten en başından beri belirsizliğin yatırımlarda bir dalgalanmaya neden olmaması için keynes devletin yatırım harcamalarının en az üçte ikisini kendisi yapması gerektiğini ileri surmurtur (istenirse kaynak verilir).

deminki cümleyle çelişik. sanki neoliberallerin merkez bankası tarifini okuyor gibi oldum önce; işaret vermek, yol göstermek falan. sonra bireylerin yapmadığı yatırımları devlet yapar oldu. işte bu keynes'e daha uygun olan. keynes'in geleceği belirsiz gördüğü ve ekonomi konusunda karamsar olduğu doğrudur. çünkü o safça görünmez bir ele inanmaz, elbette yatırım kararlarını etkileyen psikolojik, sosyal birçok sebepten bahseder. ama bunlar keynesin en önemli katkısının belirsizlik nedeniyle devletin yatırım yapması düşüncesi olduğunu göstermez. en önemli katkı genel teorinin ekonomik sorunları açıklamadaki ve çözüm yollarını göstermedeki esas katkısına göre belirlenir. keynes'in de esas olarak ekonomi kitaplarını baştan yazdıran ve yeni bir teori kurulmasını gerektiren 3 iddiası var kanaatindeyim. birincisi her arzın kendi talebini yaratmayacağı, ikincisi ekonominin eksik istihdamda da dengeye gelebileceği, üçüncüsü de fon piyasasında denge faiz oranının olması gereken yerin üstünde de oluşabileceği yani likidite tuzağı. bunlardan likidite tuzağı, şimdi yaptıkları gibi sırf para dağıtmanın her derde deva olmadığını göstermesi açısından önemli. belirsizlik tespitini ise ancak arz yanlı iktisat görüşüne sahip birisi en önemlisi olarak görebilir ki mesela bugün işsizliği çözmeye, gelir dağılımını düzeltmeye ve diğer amaçlara karşı enflasyonu düşürmeyi önceleyen bütün piyasacı ekonomistlerin en temel argümanı, enflasyonun belirsizlik yaratarak yatırımları olumsuz etkilediğidir. ilginçtir aynı şeyi devletin ekonomiye müdahalesi için de kullanıyorlar. çünkü devlet harcamalarını finanse etmek için yeni vergiler koyabilir veya yeni borçlanmalara gidebilir...

-amerikan merkez bankasının tahvil almasının sebebi faizleri daha daha düşürmek değildir.

öyledir. mortgage faizleri düşsün diye çabalıyorlar.

-azıcık araştırılsa faizlerin zaten tarihsel olarak en düşük seviyelerde olduğu görülür.

bu da yazıda geçiyor.

likidite tuzağını mevcut durumda faizlerin daha da düşürülememesi şeklinde değil, faizlerin yatırımları uyarmaya yetecek kadar düşürülememesi şeklinde anlamak daha doğru olabilir. daha kassalar daha da düşebilir belki ama yatırımları uyarmaya yetmiyor çünkü yatırımların marjinal verimi faiz oranından düşük. oysa fon piyasası doğru çalışsaydı faizler yatırımların marjinal verimine eşit düzeyde oluşmalıydı.

-öyleyse, ee kardeşim faizleri daha aşağı indiremiyorsa neden o zaman bol keseden para dağıtıyor fed diye sorarlar adama ki sen de honk diye kalırsın! para arzının tahvil alınarak artırılmasının ve dünyanın amina koyan o bankalara bedevadan para dağıtılarak elleinde toksik tahvilleri alarak, bu bankaların karlarını da artırmanın arkasında tek neden, fed in belirsizliği ortadan kaldırmaya çalışmasıdır.

bir kere faizleri daha aşağı indirebiliyorlar. mesela son parasal genişleme paketinden sonra faizler şöyle düştü:


ayrıca bu kez direk mortgage tahvillerine yönelindi. amaç da faizleri düşürüp ev piyasasını canlandırmak.

" fed mortgage destekli tahviller alarak mortgage faizleri düşürmeyi, konut pazarına destek sağlamayı ve mortgage destekli tahvile sahip yatırımcıları başka varlıklara geçmeleri konusunda cesaretlendirmeyi hedefliyor. fed yetkilileri, borçlanma maliyetlerinde düşüşün kredilerin artmasını sağlayarak ekonomik büyümeyi destekleyeceğine inanıyor." piyasalar uçuşa geçti | gazete vatan abd merkez bankası'nın üçüncü parasal genişlemeye giderek her ay 40 milyar dolarlık mortgage tahvili alacağını açıklaması piyasalarda coşkuyla karş... gazetevatan şu da parasal genişlemeye belirsizliği arttıracağı gerekçesiyle itiraz eden bir fed üyesinin beyanatı:http://www.ekonomik-cozum.com.tr/fed/item/4477-qe3-enflasyona-neden-olacak-gibi-g%C3%B6r%C3%BCn%C3%BCyor.html

neyse gecenin şu vakit bu bile fazla. tanım olarak, paul krugman delikanlı bildiğimiz bir ekonomisttir.
yesilcuppelipenguen yesilcuppelipenguen
nobel iktisat ödülü'nü göreli olarak erken bir yaşta alan, polemikten asla kaçınmayan, ironi ve sarkazmı sonuna kadar etkili bir şekilde kullanan, konuştuğu zaman kendini dinletmesini bilen, karizmatik iktisat profesörü.

bu adamın "uluslararası iktisat (ticaret) ithalat ile ilgilidir, ihraç ettiğiniz mal ve hizmetler için size ödeme yapıyorsalar, kendinizi şanslı sayın." düşüncesi ana akım iktisat ile kol kola görünse de neoliberalleri pek sevmez krugman. kendisini sol'da görür amma velakin o solun ne kadar sol olduğu oldukça tartışmalı.

lafımızı hafiften magazinsel ve krugman hakkında çok bilinmeyen bir nokta ile bitirelim: kendisi tam bir sci fi hayranıdır. özellikle final frontier konusunda neredeyse takıntılıdır.