fortune dergisi tarafından "john maynard keynes'den sonra en iyi yorumcu" ilan edilen princeton üniversitesi'nin parlak iktisat profesörü paul krugman, "uluslararası ticaret teorisi ve iktisadi coğrafya" alanına katkıları nedeniyle 2008 nobel ekonomi ödülü'nü kazandı. new york times'a yazdığı ekonomi ve siyaset içerikli köşe yazılarıyla bush yönetimi ve cumhuriyetçilere sert eleştiriler getiren krugman; anlaşılır yazı diliyle, kolayca okunan ve iktisat yazınını geniş kesimlere sevdiren bir iktisatçı olarak da tanındı. keskin dili ve girdiği polemiklerle de gündemde yer alan "ılımlı solcu" krugman aynı zamanda çok hızlı üreten iktisatçıların başında geliyor. krugman, new york times'taki köşe yazıları ve 1990'lar ve 2000'lerin başlarına kadar yaşanan önemli tüm ekonomik krizleri önceden öngörmesiyle de tanınmıştı. 1999 yılında yazdığı bunalım ekonomisinin geri dönüşü kitabında; verimlilik konusunda gelişim sağlayamayan asya ülkelerinin sabit döviz kuru politikaları ile krize nasıl girdiklerinin analizini yapmış ve bugün küresel ölçekte yaşanan krizin de haberini vermişti. 2002 yılından itibaren abd'de uygulanan vergi indirimine dayalı "arz yanlısı politikaları" eleştiren iktisatçı küreselleşmenin dünyayı küçülttüğünü ve abd'de başlayacak bir krizin dünyaya yayılacağını da belirtmişti.
bunalım ekonomisinin geri dönüşü'nün türkçe basımına yazdığı önsözde bizim yaşadığımız 2001 kriziyle ilgili bugün de hâlâ geçerliliğini koruyan tespitleri vardı: "tüm krizler gibi liranın ani düşüşü de kendine özgü birçok özelliğe sahipti: krizi tetikleyen iç siyasal çatışmalar, benzeri daha önce hiçbir yerde görülmeyen türdendi. ve elbette türkiye'nin ekonomi politikasında krizi mümkün kılacak çok sayıda çatlak bulunuyordu. "
ahbap çavuş kapitalizminin" sözünü etmeye bile gerek olmayan türkiye'de bariz bir çürüme hüküm sürmekteydi, hâlâ da sürmektedir."
abd de yaşanan krizin temelleri
basit modellerle açıklanmış, ancak kapsamlı analizleriyle uluslararası iktisat teorisine yaptığı katkılar nedeniyle nobel ekonomi ödülü'ne layık görülen ve artık ekonomi alanında uluslararası bir "star" haline gelen paul krugman, literatür yayınları tarafından türkçeye çevrilen son kitabı bir liberalin vicdanı'nda "özgürlükçü, serbestlik yanlısı" olan liberallerin sınırlarının ne olması gerektiğini, "gerekli şeytan" (necessary devil) denen devleti, toplumsal yaşamın kimi kilit noktalarından uzaklaştırmanın ne gibi sonuçları olabileceğini abd örneğinden yola çıkarak anlatıyor. denetimsiz serbest piyasa ekonomisinin yarattığı anomaliler aslında yirminci yüzyılın başından beri bilinmesine rağmen, bu problemlerin uzun vadede yine piyasa dinamikleri tarafından çözüleceği görüşü hem sermayedarlar hem de azımsanmayacak kadar çok iktisatçı tarafından savunula geldi. ancak krugman bir keynesyen olarak devletin ekonomide olması gereğinin altını her zaman çizdi.
krugman'a göre ekonomik büyümenin yarattığı artı değerin giderek daha az sayıda kişinin elinde toplanması en önemli sorunlardan biriydi. toplumun bir bütün olarak çalışarak yarattığı gelirden aslan payının en tepedeki yüzde 10'luk kesimin cebine gitmesi, sadece bir liberalin vicdanını değil gitgide toplumun tümünü rahatsız etmektedir. 2004 yılında gelir düzeyi en yüksek yüzde 10'luk dilimin gayri safi yurtiçi hasıladan (`gsyih) aldığı pay yüzde 44,3 iken en tepedeki yüzde 1'in kasasına giren payın yüzde 17,4 olması ciddi anlamda bir sorun yaratacaktı.
birincisi; sermayenin giderek belli bir kesimin elinde yoğunlaşması modern parlamenter demokraside siyasi bir eşitsizlik yaratmaktadır. zenginler, patronlar ve iş lobileri seçim dönemlerinde kendi çıkarlarını koruyan partilere çok büyük meblağlarda seçim yardımı yaparak partiler arasındaki rekabeti baltalamaktadır. kaynakları daha geniş olan partiler daha etkili propaganda yapabilme olanakları sayesinde rakiplerinin önüne geçebilmektedir. ve tabii ki yapılan bu yardımların karşılığı seçimlerden sonra meyvesini vermekte ve toplumun geniş kesimlerinin lehine ama seçim yatırımı yapabilecek paraya sahip zenginlerin aleyhine olabilecek düzenlemeler siyasi gündemden itinayla uzak tutulmaktadır. üstelik bu karşılıklı ilişki burada da kalmamakta, bunalım ekonomisinin geri dönüşü adlı kitabında da bahsettiği "ahbap çavuş kapitalizmi"nin çarkları dönmeye başlamaktadır. krugman bu ilişkilere tarihsel bir süreç içinde bakmaya devam ediyor.
bu siyasi eşitsizliğin abd'de sürekli muhafazakâr hareketin lehine işlemesinin çok ilginç başka nedenleri de var: en önemlisi ırk ayrımcılığı ve göç politikaları. abd'li siyahlar sadece otobüslerde arka sıralara oturmak zorunda bırakılmıyorlardı; yakın zamana kadar oy verme hakkından da yoksundular. aynı durum göçmenler için de geçerliydi. krugman, 1920 yılında yetişkin abd nüfusunun yüzde 20'sinin abd dışında doğmuş kişilerden oluştuğunu ve bunların yarısının da abd vatandaşı olmadığını belirtiyor. bunun dışında kalıp da oy verme hakkı olan alt gelir grubundaki insanların da seçim dönemlerinde baskı ve şiddete varan yöntemlerle oy vermesinin önüne geçilmeye çalışıldığını söylüyor. tüm bunların sonucunda muhafazakâr hareketin 1920'lere kadar siyasi arenada mutlak bir hakimiyet kurduğunu belirtiyor. hatta 1870-1920 arasında başkanlık seçimini kazanabilen iki demokrat parti adayı da aslında "serbest ticarete inanan muhafazakâr anlamına gelen"
bourbon demokratları'ydı. bu temsil eşitsizliğinin giderilmesi ancak 1924 yılında abd'ye olan göçlere sert sınırlamalar getirilmesi ve siyahların oy verme hakkına kavuşmasıyla bir ölçüde dengelenebildi. yine de muhafazakâr hareket özellikle abd'nin güney eyaletlerinde ırkçılığı körükleyerek etkinliğini sürdürdü.
yukarıda işleyişi anlatılan sürecin toplumun geniş kesimlerini etkileyen belli başlı yansımaları var. bunlardan en önemlisi toplumsal sağlık politikası. günümüzde pek çok gelişmiş ülke (bütün işleyiş aksaklıklarına rağmen türkiye de) kapsamlı bir sağlık sigortası ağına sahip. gelgelelim bu sigorta sistemine özel sektörün yaptığı saldırılar son yirmi yıldır giderek artıyor. gerek herkese sağlık hizmeti alabilme garantisi sunulmasının, can derdine düşmüş insanlara sağlık hizmetlerinin ve sigorta poliçelerinin yüksek fiyatlarla satılabilme olanağını azaltması dolayısıyla sigorta şirketleri, gerekse patent hakları sayesinde yaptıkları yatırımın kat be kat fazlasını kazanan ilaç şirketleri, devlet tarafından sunulan sağlık sigortasına şiddetle karşı çıkıyorlar.
işin ilginç yanı, dünyanın en zengin ülkesi olan abd'nin hiçbir zaman kapsamlı bir sosyal sigorta sistemine sahip olmayışı. 1920'lerde başlayıp 1970'lere kadar devam eden ve krugman'ın büyük sıkıştırma adını verdiği dönemde üst gelir grubundakilerden alınan gelir ve veraset intikal vergisi oranlarının yükseltilmesi ve buradan elde edilen gelirin alt gelir grubundaki ihtiyaç sahiplerine transferi yoluyla sosyal devletin temelleri atılmıştır. büyük sıkıştırma döneminin başarılı olma nedenlerinden biri zenginler hariç toplumun her kesimine fayda sağlamasının yanı sıra muhafazakâr güney eyaletlerine yük bindirmemesi olduğunu iddia ediyor krugman. yüksek vergilere tabi tutulan zenginlerin büyük çoğunluğu kuzey eyaletlerinde yaşarken sistemin faydalarından yararlananların çoğunun güneyde yaşaması muhafazakâr hareket ve dolayısıyla cumhuriyetçi parti'nin de sesini kısmış olduğunu belirtiyor. ancak bu anlaşmanın da sınırları vardı. 1946 yılında harry truman kapsamlı bir sağlık sigortası tasarısı hazırladığında karşısına iki önemli muhalif buldu. bunlardan biri, üyesi olan doktorlar vasıtasıyla doğrudan hastalara yasa tasarısı hakkında olumsuz propaganda yapan amerikan tıp derneği, diğeri ise siyahlarla beyazların aynı hastanelerde tedavi görecek olmasına dahi tahammül edemeyen güneyli beyazlardı. yine de 1970'lere kadar süren bu sessiz anlaşmanın, muhafazakâr hareketin eskinin yaşlı para babası güneylilerin elinden çıkıp genç, dinamik ve medyatik yeni bir kuşağın eline geçmesiyle başladığını anlıyoruz. bu yeni muhafazakâr hareketin en önemli figürlerinden biri de reagan'dı. büyük sıkıştırma döneminin uygulamalarına ve getirdiği yeni anlayışa açıktan muhalefet etmeye başlayan ilk isim de oydu. sosyal yardım uygulamalarına getirdiği eleştirileri antikomünist politikalarla birleştirerek muhafazakâr hareketi geniş halk kitleleri için muteber hale getirmiş; üstelik bunu açıktan ırkçılık yapmadan başarmıştı.
bir diğer önemli konu da çalışan kesimin örgütlenmesinin önüne geçilmesidir. krugman'a göre maaşlı çalışanların sendikalar vasıtasıyla hak araması sadece kendilerini değil, sendikalı olmayan çalışanları da pozitif yönde etkilediği gibi şirketlerin ceo'larından başlayarak ücret eşitliğini gözetmelerine yol açmaktadır. işveren kesim doğası gereği sendikaya karşı olduğu için sendikalı işçi oranı arttıkça sendikalı olmayanları da kaybetmemek için onların ücretlerinde de iyileştirmeler yapmakta ve tepki çekmemek için üst düzey yönetici maaşlarına sınırlama getirmektedir. sendikalaşmamanın ve ücret kontrolsüzlüğünün bedelinin ise gelir dağılımındaki eşitsizlikle sonuçlandığını savunuyor krugman. başka bir deyişle, toplumdaki her birey yüz yıl öncesine göre daha çok gelir elde ediyor ama artan gündelik ihtiyaçlarla da beraber, belirgin bir refah artışı yaşamadığı gibi gelir dağılımı her geçen gün zenginlerin lehine bozuluyor. krugman bu adaletsizliğin büyük sıkıştırma dönemi uygulamalarıyla sınırlandırıldığını söylüyor ve verdiği rakamlar da kendisini doğrular nitelikte: 1920 yılında en zengin yüzde 10'luk kesim gsyih'den yüzde 43.6 oranında pay alırken, büyük sıkıştırma döneminin refah devleti uygulamaları sonucunda gelir vergisi oranlarının arttırılmasıyla aldıkları pay neredeyse yarı yarıya azalmıştı. ve zenginlerden alınan yüksek vergilerin sosyal transfer harcamaları kapsamında alt gelir gruplarına aktarılmasıyla ulusal refahın bölüşümü daha adil bir duruma gelmişti. fakat, 1970'lerden sonra muhafazakâr hareketin refah devleti anlayışına karşı çıkmasıyla beraber gelir dağılımındaki adaletsizlik 1920'li yıllardaki rakamlara yeniden geri dönmüş durumda.
aynı eğilimi sendikal örgütlenme ve ücret kontrolünde de görüyoruz: büyük sıkıştırma döneminde sendikalaşmanın teşvik edilmesiyle beraber abd'deki sendikalı işçilerin oranı neredeyse avrupa ülkelerindeki oranları yakalayarak yüzde 30.4'e kadar çıkmıştı. 1999 yılındaysa bu oran dramatik bir biçimde düşerek yüzde 13.5'a indi.
benzer biçimde ücretlerin kontrol altında tutulması da gelir bölüşümündeki adaleti sağlamaya yönelik olmuş: 1950 yılında abd'nin en büyük 50 firmasının ceo'su günümüz değerleriyle ortalama 1.2 milyon amerikan doları kazanırdı ve bu ortalama bir işçi maaşının 40 katıydı. 2000'li yıllardaysa ise bu oran 367 katına çıkmış bulunuyor. örneğin, abd'nin en büyük şirketi olan wal-mart'ın ceo'su lee scott'un 2005 yılında aldığı maaş tamı tamına 23 milyon amerikan doları. krugman, şirket karlılığı üzerindeki etkisi belirsiz olan ceo'lara bu kadar çok maaş ödenmesinin ücret adaletsizliğinin en çarpıcı göstergelerinden biri olduğunu belirtiyor. üstelik ceo'suna türkiye'deki pek çok şirketin yıllık cirosundan daha fazla maaş veren wal-mart'ın işçilerine ödediği maaş (yıllık yaklaşık 18 bin amerikan doları), otuz beş yıl önce general motors'un işçilerine ödediği maaşın yarısından daha az.
her ne kadar ekonomi konusunda dünya çapında üne sahip olsa da paul krugman'ın toplumsal armoniyi bozan bu sorunlar için mucize bir çözümü yok. çünkü en başta bahsettiğimiz siyasi rekabetteki eşitsizliği gidermek çok zor görünüyor. tarihsel gelişim sürecinde incelediğimizde de bu sorunların çözümü için gerekli olan olağanüstü tedbirlerin genellikle olağanüstü durumlarda alınabildiğini görüyoruz. abd'de bu durum farklı değil.
horace mccoy'un atları da vururlar ya da john steinbeck'in efsanevi romanlarında okuduğumuz vahşi kapitalizmin dizginlenmesi ancak birinci dünya savaşı'nın getirdiği koşullarda mümkün olmuştur. savaş ekonomisi sebebiyle devlet harcamalarının artması sanayicilerin iştahını kabartırken, abd devleti bir yandan ücret kontrolü, diğer yandan sendikal hareketi kimi zaman açıktan destekleyerek hem bir denge siyaseti gütmüş hem de çoğunluğunu orta sınıfın oluşturduğu bir toplum yaratmıştı. hatta savaş sonrası dönemin abd başkanlarından franklin roosevelt, seçim kampanyasında doğrudan zenginleri hedef alan şu konuşmayı yapmıştı:"barışın sabık düşmanlarıyla mücadele etmek zorundaydık. bunlar iş dünyasındaki ve finansal alandaki; tekeller, spekülasyon, pervasız bankacılık, sınıf uzlaşmazlıkları, bölgecilik, savaş vurgunculuğudur. bunlar abd hükümetini yalnızca kendi işlerinin bir eklentisi olarak görmeye başlamışlardı. örgütlü para tarafından yönetilen hükümetin, organize bir suç örgütü tarafından yönetilen bir hükümet kadar tehlikeli olduğunu artık biliyoruz. bu güçler tarihimizin hiçbir döneminde hiçbir adaya karşı asla bugünkü kadar birleşmediler. benden hepsi aynı ölçüde nefret ediyor, nefretlerini memnuniyetle kabul ediyorum."
krugman 1950'lere kadar devam eden bu sürecin tersine dönmesinin sebebinin zenginlerin siyasi rekabette yarattığı eşitsizlikle beraber, muhafazakârların, abd'nin ezelden beri problemi olan ırkçılığı ve dinciliği alttan alta kışkırtmasına bağlıyor. ve bill clinton gibi popüler ve güçlü bir başkanın bile herkesi kapsayan bir sosyal güvenlik yasasını parlamentodan geçiremediğini söylüyor. yine de umudunu yitirmiş değil ve vicdanının sesini dinliyor. kaldı ki şu anki durum yeniden radikal tedbirler almak için müsait görünüyor. hem abd ciddi bir ekonomik krizle boğuşuyor hem de sistemin başında hem ekonomik hem de toplumsal anlamda ayrımcılığa uğramış kesimin mensubu bir başkan var.
bir liberalin vicdanı , hem dünyanın süper gücü abd'nin sosyo-ekonomik gelişimini anlamak hem de "küçük amerika" olma sevdalısı türkiye'de de işlerin ne kadar benzer yöntemlerle yürütüldüğünü görmek için ideal bir kitap.
paul krugman yirmiden fazla kitaba ve iki yüzden fazla makaleye imzasını attı. daha çok uluslararası ticaret ve finans konularında yaptığı araştırmalarla ünlenen krugman; uluslararası ticaret teorisini kapsamlı bir şekilde yeniden gözden geçiren "yeni ticar et teorisinin" kurucularındandı. bu çalışmalarından ötürü amerikan ekonomi topluluğu krugman'ı iki yılda bir kırk yaşın altındaki iktisatçılara verilen
john bates clark madalyası ile ödüllendirdi. paul krugman'ın araştırmaları ekonomik krizler ve döviz krizleri üzerine odaklandı.
krugman akademik dünyada, ülkelerin serbest ticarete getirdiği engellerle kazançlı çıkmasının modellendiği ticaret teorisi ve döviz krizlerine yönelik ders kitabı niteliğindeki açıklamalarıyla tanınıyor. özellikle son yaşanan krizi önceden tahmin eden krugman, krize karşı getirdiği önerilerle de dikkat çekiyor.
krugman, 2008 yılında "ticaret kalıplarının analizi ve ekonomik aktivitenin gerçekleştiği yer" (analysis of trade patterns and location of economic activity) konusunda yaptığı çalışmalar ile ekonomi alanında nobel ödülünü kazandı.
türkçe de paul krugman kitapları:
*
bunalım ekonomisinin geri dönüşü, literatür yayıncılık, 2002.
*
politika taşeronları: azalan beklentiler çağında iktisadi eğilimler ve önemsizleşen refah, literatür yayıncılık, 2001.
*
büyük çözülme, csa, 2005.
*
bir liberalin vicdanı, literatür yayıncılık, 2009.
kaynak:radikal kitap (prof. dr. sadi uzunoğlu'nun yazısı)