bir varmış bir yokmuş, hayat bir yün yumağıymış, elinizi atmışsınız ve ilk temasta ucu yakalamışsınız. budur işte rastlantı. rastlantınızı sıkıca kavramışsınız, genelde pozitif algı yaratır bu sözcük zaten. dolayısıyla siz de sevdiniz pek tabii. sahiplenip çektiniz mi güzelim yün yumağını, sımsıkı içinden çıkılmaz bir hale soktunuz işte. şimdi her elini atan aynı sertliğe dokunacak, ve bunu rastlantı sanacak.
mustafa keçeli'nin "güneş ışığı" adlı ilk albümünden bir şarkı.
o gün seni gördüğümde bir başkasıyla,
çok yabancı gelmiştin o anda.
benim olmamıştın gibi yıllarca.
ve bir anda verdiğin sözler geldi aklıma.
sen değildin bunca yalanın sahibi
sen olamazdın, bunları masal yapamazdın.
bir gün aynı caddeden geçersek,
bir gün aynı yolda yürürsek,
sakın arkana dönüp bakma içimdeki o ateşi yakma.
şöyle bir tebessüm et yandan, hissedeyim gönülden candan..
tırnak içinde söylüyorum isyanım var.
seni hala niye umursadığımı bilmiyorum.
beni düşünüyor, beni özlüyor diyorum.
belki ben kendimi avutuyorum.
hayatınızda o kadar büyük rastlantılar oluyor ki, dikkat ederseniz çıldırabilirsiniz. bu gün başımdan bir olay geçti, anlatayım:
bir kafede maç izlemeye gittik arkadaşlarla, kafenin iç kısmında bir dershane'nin galiba bir nevi mezuniyet töreni vardı ve teker teker herkesin ismi okunuyor, onlara bir şeyler veriliyordu.
sırayla şu iki isim okundu: ahmet yılmaz, cem yılmaz.
bir yerdeki ahmet yılmaz ve cem yılmaz'ın karikatürist olduklarını, hatta cem yılmazın ahmet yılmaz'ın tarzından bayağı bir etkilendiğini söylemek mümkündür. aynı cem yılmaz ve ahmet yılmazın, paralel bir şehirde -ankara- aynı dershaneye gitmeleri ve muhtemelen birbirlerinden etkilenmiş olmaları ihtimali de vardı, çok şaşırmıştım.
neyse, sonra bu ayrıntıyı farkedince dikkat kesildim, dedim bakalım, eğer hayatta hakikaten büyük rastlantılara yer varsa belki bala göte bir tanesi daha denk gelir.
sonra bir isim daha duydum "ali çam".
ali çam sizin için bir şey ifade etmiyordur muhtemelen, ama benim için hakikaten bir şeyler ifade ediyor; anlatayım: yıllar evvel, hayatımın ilk telefonunu aldığımda -ilkokul 7. sınıf olması lazım- arkadaşlarla toplanıp birilerini işletiyorduk sürekli. genelde soft işletmeler olurdu bunlar, kadın sesi duyunca "amını yirim" diyip kapatıyorduk, evet maldık, ama eğleniyorduk. işte ilk hardcore işletmemin kurbanı bu adamdı, ali çam.
ne oldu hatırlamıyorum, bir kaç küfürden sonra şöyle bir diyalog geçti aramızda:
-adın ne la senin?
+ali
-soyadın ne?
+çam
-o çam senin götüne girsin.
işte ali çam'ı o zamandan beri unutabilmiş değilim. kendisine buradan selamlarımı iletiyor ve eğer bu yazıyı okuyorsa beni affetmesini istirham ediyorum. ulan ali çam bunu okur mu demeyin, rastlantı bu, her şeyi okuyabilir.
sevmediğimdir. rastlamasın bana bişey şuaralar. mümkünse çıkmasın rastlantılar karşıma. bana yaramayandır genelde. kafamı allak bullak edip gidendir rastlantı. gelme! istemem!
kulağa sanki tesadüfün daha naif, daha sempatik hali gibi gelen kelime.
"rastlantı dediğimiz, nedenselliğin karmaşık işleyişini bilmememizden başka nedir ki?"
borges,
yedi gece.
yoktur esasında... üşendim şimdi açıklamaya.
... ve rastlantılar asla rastlantı değildi. ne diyordu nâzım hikmet, "yaşamın tesadüfleri daha mantıksızdır romanların tesadüflerinden." hazreti lut gibi gitmek gerekiyordu "ailenin ardından," ama ölüme değil yaşama..
vapurdan inerken aklımda sadece annemin yaptığı yemekler vardı. bütün gün bilgisayar başında çizgilerle, ışık ayarları ve renklerle uğraşmaktan beynim iyice yorulmuş, gözlerim düşmeye vücudum son sinyallerini vermeye başlamıştı. çok hafif esen meltem bile burnuma yemek kokuları taşıyordu. keşke iş yerimden çıkmadan önce evi arayıp, anneme akşam için neler hazırladığını sorsaydım diye kendi kendime söylenirken hemen karşı kaldırımdaki çiçekçi gözüme çarptı. sabahları benden önce kalkıp kahvaltı yapmayacağımı bile bile sofrayı hazırlayan, yatağımı, bir gecede savaş alanına çevirmeyi başardığım odamı ardım sıra toparlayan ve bütün gün evdeki diğer 2 erkeğin arkasını kovalayan anneme alacağım ufak bir çiçek onun için güzel bir sürpriz olacaktı. dükkana girdiğimde çok heyecanlıydım. ilk defa birisine, bu annem dahi olsa, çiçek alıyordum. çiçekçi teyze elindeki bulmacayı bir kenara bırakıp, gözlüklerinin üzerinden bakarak; 'dur sen söylemeden ben tahmin edeyim. özel birisi için özel bir çiçek istiyorsun. ve aklına gülden başka çiçek de gelmiyor. ancak yine de diğerlerinden farklı olması için daha alımlı bir gül istiyorsun..?'; dedi. önce bozuldum biraz ama sonra güldüm içinde bulunduğum duruma ve 'evet ama ben anneme alıyorum bu çiçeği. kız arkadaşıma değil.' dedim. 'ben de zaten özel birisi için olduğunu belirtmiştim, yanlış hatırlamıyorsam' sesimi çıkaramadım. bir an için arkamı dönüp dükkandan çıkmayı düşündüysem de kıpırdamadım. yanıma yaklaşıp sırtımı hafifçe ovaladı ve 'başka bir gün gel, kız arkadaşına unutamayacağı bir demet hazırlayalım.' dedi. kısa sürede çiçeği hazırladı ve elime tutuşturup, dışarı paketledi beni. o kapıdan çıktığım anda başka birisi olmuştum sanki. yol boy unca karşılaştığım kızlar önce çiçeği sonra da beni uzun süre inceliyordu. biraz daha dik yürümeye başlamıştım artık. ancak birisi çok daha farklı bakıyordu elimdeki güle. fark ettiği andan itibaren gözlerini gülden hiç ayırmadı. kafenin kapısında öylece kalakalmış ve iyice yaklaştığımı hissetmemişti bile.
'merhaba' dedim.
sesimi duyar duymaz irkildi. elini boynuna götürerek kafasını aksi yöne çevirdi ve yarım ağızla o da 'merhaba' dedi. utanmıştı ve içine düştüğü durum sıkıntı yaratmıştı belli ki.
'uzun süre güle baktığını fark ettim. kabul edersen sana vermek istiyorum.'
bana doğru döndü.
'alamam. teşekkür ederim.'
'yolun başından beri elimdeki güle bakıyorsun. farklı bir maksadım yok. sadece sende kalmasını istiyorum.'
sessiz kaldı bir süre. aramızdaki mesafeyi biraz daha açıp tepeden tırnağa inceledi. bu yorgun ve bitkin halim kesinlikle artı puan kazandırmayacaktı bana. dikkatini dağıtmak için sessiz liği bozmam gerektiğini düşünerek; 'adın ne bilmiyorum ama' burada sözümü kesip, 'ayça' dedi. artık rahatlamıştım. yemeğin sadece baharatı eksikti ve 'memnun oldum ayça. bak, hayatımda ilk defa birisine çiçek aldım ve üstelik o birisi annem olmasına rağmen nasıl vermem gerektiğini bilmiyorum. şimdiyse hiç tanımadığım oldukça güzel bir kıza çiçek uzatıyorum. şu kısacık sürede bayağı yükseğe çıktım ve sarhoş olup tepe taklak aşağı düşmek istemiyorum. eğer ki bunu kabul etmezsen bundan sonra herhangi birisine bir daha asla bir demet papatya dahi uzatabileceğimi sanmıyorum. ret cevabın, aile kurma planlarımı kökünden kurutabilir ve en önemlisi de baba olma hayallerimi bitirebilir.' cümlemin sonuna yaklaştıkça gözleri canlanmaya, yüzündeki gerilim iyice azalmaya ve dahası gülümsemeye başlamıştı. 'peki. alıyorum ama. tek bir şartım var.' ben ya kahve içmeyi teklif edecek ya da telefon numaramı isteyecek diye düşünüyordum.
içimden anneme teşekkür ettim. ne kadar kutsal varlıklar olduklarının bir kez daha farkına vardım. eve gidince ilk işim yanağına uzun bir öpücük kondurmak olacaktı ancak bütün bu düşünceler tek cümleyle sonlandı: 'annene bir tane daha alacaksın.' beynimin içerisindeki kahve planları, rakamlar, sabah kahvaltısı, yaz tatili, konserler, tiyatrolarla dolu rengarenk baloncuklar sabun köpüğü gibi teker teker patladılar. sadece 'peki' dedim. şalı diğer eline alıp güle uzandı. kulağıma uzanarak tekrar teşekkür etti ve 'yanlış anlama sakın, bunu sadece şanslı çocukların için alıyorum.' dedi. tokalaşarak ayrıldık. belki seslenir umuduyla köşeyi dönene kadar ufak adımlarla yürüdüm. yol üzerindeki bir başka çiçekçiden özel birisi için özel bir çiçek daha aldım. annem gülden çok hikâyesiyle ilgilendi. başlarda 'benim çiçeğimi elalemin kızına mı aldın?' diye kızıp söylense bile, hikâyenin sonunda üzerime atlayıp yanaklarımı cimcirmeye başladı.
rastlantılar güzeldir bence.
ufacık seçimler silsilelerle büyüyüp bugüne geliyor, memnun olmayanımız pek az, ne güzel. daha yapmadığımız seçimler de silsilelerle büyüyüp geleceğe gidecek, bundan da memnun olabilen çok az, ne boktan bi durum di mi?
geleceğin o karmaşıklığıyla, öngörülemezliğiyle barışmak ne zor lan. yapacağımız seçimler hem silsilelerin rotasını çizip çok şeyi etkileyecekmiş gibi hem de silsilelerin karmaşıklığından ötürü hiçbir şeyi belirlemeyecekmiş gibi falan.
rastlantılar öyle hakkında bilgece atıp tutabileceğimiz şeyler değil, kibirimiz kaldıramıyor resmen.
soldaki menüde
william shakespeare başlığını görüp aklıma 28 kasımdaki gitmeyi planladığım
king lear oyununun gelmesi. oyun hakkında yorumları okuyayım derken gazetedeki haberlere ulaşmam ve haber fotolarında lisedeki sıra arkadaşımı görmem.
bu aralar sürekli lisedeki arkadaşlarımla alakasız yerlerde karşılaşıyorum yoksa ölecek miyim doktor.
üzerinde kolayca felsefe yapılabilen başlıca konulardan biridir. tesadüf (veya rastlantı) diye bir şey yoktur sözü akla ilk gelenidir.