tolerans paradoksu

müthiş sol ayak müthiş sol ayak
karl popper'in "sınırsız hoşgörü zorunlu olarak, hoşgörünün kaybolmasına yol açacaktır. sınırsız hoşgörüyü hoşgörüsüz olanlara bile gösterirsek, hoşgörülü bir toplumu hoşgörüsüzlerin saldırısına karşı savunmaya hazır olmazsak, hoşgörülüler ve onlarla birlikte hoşgörünün kendisi de ortadan kalkacaktır." diyerek özetlediği ikilem.
azureel azureel
"hoşgörü paradoksu" veya "tahammül paradoksu" olarak da bilinir.

bir örnek:
- tahammüllü, açık fikirli, aşırı özgürlük yanlısı, yani genel olarak hoşgörülü bir toplum ve onların seçtiği iktidarı düşünelim.
- böyle bir ülkede, neo-naziler de "kendi görüşlerini yaymak için" gösteri (eylem, yürüyüş) yapmak istiyorlar mesela...
- iktidar, "abi onların da düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü var" diyerek neo-nazileri hoş gören bir yaklaşımda bulunabilir.
- buradaki sıkıntı şu ki, o neo-naziler yarın bir gün güçlenip, tahammül sahibi olanları alaşağı edebilir.

nazi örneği verdik ama, tahammülsüz görüş sahibi insan grupları farklı şekillerde tezahür edebilir. yani nazi yerine kendi favori ırkçı, faşist, veya diğer dogmatik öğreti takipçilerini koyabilirsiniz.

popper işte bunu söylüyor ve "tahammül göstermememiz gereken tek şey tahammülsüzlüğün kendisidir." diyerek paradoksu ortaya koyuyor.

hangi görüşler tahammülsüz görüşlerdir? hangi hareketler zararlı olabilir "ileride", bunun ayrımı nasıl yapılacak... işte bunlar günümüzde de çözülmeyi bekleyen, her gün karşılaştığımız sorunlar.
mncdprssv mncdprssv
pembe götlü hümanistlerin varlığından dahi habersiz oldukları, içinde debelendikleri mesele..

aqüpenin ilk zamanlarını hatırlamanız yeterli..

öyle nazi almanyasına vesaire geri dönmenize gerek yok..
azwepsa azwepsa
öncelikle tolerans nedir? tolerans güç sahibi olan bir kişinin erdemidir. tolerans sahibi kişi karşısındaki kişi ya da fikri bastıracak güce ve hakka sahiptir. bu hakkı uygulamaktan huzuru korumak, insanlara açık olmak, farklılıkları kabul etmek adına kaçınır. söz konusu toleranssız grupların ise bu gücü ve hakkı yoktur. bu durum aslında güçlü ve güçsüzün karşılaşmasıdır.

karl popper bu konuyu kaleme alırken sınırsız bir toleransı ya da "toleranssızsa vur kafasına" yaklaşımını savunmaz. der ki; sen bu toleranssızlığa karşı rasyonel argüman üretebiliyor ve kamuoyunda da karşılığı oluyorsa müdahale yanlış olur. yani bu olay paradoks olmak zorunda değil. bunu yazdığında sene 1945. bunun üzerine felsefe dünyasında onlarca şerhi olmuştur. olayı "benim gibi olmayanları ezeyim/döveyim/öldüreyim ki toleranslılığım istismar edilmesin" diye yorumlamanın meali şu: "toleranssızım, kötü niyetliyim, pisliğin tekiyim. ama bunu açık etmeye utandığım için böyle paradokslu, felsefi bir sosla, entel entel hıyarlığımı gizleyeyim". öyle bir şey yok.
dumrul dumrul
lafı dolandırmadan söylersek, popper'in yürüttüğü tartışmanın özü şudur:

liberal demokrasilerde faşistlere ve komünistlere örgütlenme hakkı tanıyabilir miyiz?

bu tartışma yapılırken nazilerin başı ezilmiştir. italya ve fransa'da komünistler iktidara gelmiştir. 1946'da churchill meşhur demir perde konuşmasını yapar. 1947 mayıs ayında fransa ve italya'da komünistler hükümetten düşürülür. aynı ay marshall yardımı planı açıklanır.

yeni dünya sisteminin batı yakasındaki patronları açısından cevap net biçimde "hayır"dır. diğer taraf zaten böyle bir tartışma yapmıyor bile.

bu, çoktan pratikte verilmiş bir cevaptır. devlet ve toplumların zaman birimleri biz bireylerinki gibi ölçülmüyor. dolayısıyla konjonktürel hallere bakıp makinenin bu cevabının değişmiş olduğunu söyleyemeyiz.

bireyler olarak bu paradoks bizi zaten bağlamaz. bireyler olarak tolerans düzeyimizi belirleyen şey ilkeler değildir. kendini tehdit altında hisseden hiçbir organizma, karşısındaki reel ya da hayali tehdit kaynağı karşısında gevşemez. gevşerse ölür.

yani beton yığınları arasında doğadan koptuğumuz zannına kapılıyor olabiliriz. sonuçta uyurken götümüzü sırtlanların kapması gibi bir ihtimal yok ama insan dahil herhangi bir canlının doğadan kopması (doğanın tanımı gereği) mümkün değildir. marsa beton blok içinde patates yollasan patates hayatta kaldığı sürece doğanın sınırı mars'a kadar uzanmış olur ve oradaki hayatta kalma kavgası buradakinden de çetindir.

iyilik - kötülük bok püsür bunlar tribünleri coşturmak için uydurulmuş hayali kavramlar. benim kendimi güvende hissetmemi sağlayan şeyi iyi olarak tanımlarım, güvenlik altında hissetmemi engelleyen her şey de kötüdür.

yani

ben = iyi
düşman = kötü

düşmanlarım açısından da tam tersi geçerlidir.

mevzuya tam olarak dışarıdan bakabilen birileri varsa aradaki sorunun kaynağını görürler ve daha gerçekçi yorumlar üretebilirler.

aptal insanlar kendilerini kolayca tribünlere kaptırabilirler. belli bir noktada tribünlerin bağırtıları, hayatta kalma güdüsünün de özgürlük arzusunun da önüne geçebilir. bizim buralarda en sık yaşanan hal budur. rüzgar esse bizimki incinir hale gelir. çünkü bizim tribünler mağdur seviyor. aktif insan sevmiyoruz. fail sevmiyoruz. icat çıkaran insanlara gıcık kapıyoruz. kendi hayatının rotasını çizmeye kalkışan orospu çocukları var ya. vay kahpe dölleri... düşünsenize kendi hayatını yaşamaya çalışıyor pezevengin çocuğu...

muktedir dediğimiz şey senin onu incitemeyeceğin bir şeydir. ben seni incitmeyi bırak kırabilme kudretine sahipsem aramızdaki ilişkide belirleyici olan, "fail olma" kudretine sahip olan, dolayısıyla iktidar benimdir. isterse benim elimde armut seninkinde nükleer füzeler olsun...

bizim kültürümüzden nietzsche çıkmaz bu yüzden. neçayev çıkmaz. bizim repçiler bile "beni nasıl sktiler, anam anam acayip sktiler" diye diss atar. sonsuz cennet için çarpışan mücomuz "gece gündüz götümüzde ayılar bağırıyor allam" diye ağlar. solcumuz zaten "oy cemo cemo" elinde mavzeri olan adamın ağladığı hangi coğrafyada görülür? aha işte bu anomali buraya has.

bizim kültürümüzde böyle çok acayip bir şey var. beni osurukla yok edebilme gücüne sahip olanlar tam da bu yüzden muktedir olmayı beceremiyorlar. kendisini "tarihin öznesi" olarak görenler de bu sözde muktedirlere meydan okumak yerine onlarla mağduriyet yarışına giriyorlar. ulan ben sol örgüt elemanıyla tartışıyorum, adam örgütünün dünyanın tüm sırlarına haiz olduğuna ve emperyalizmi yıkıp dünyayı değiştireceğine inanıyor, sonra bir laf söylüyorum bakıyorum ki mağdur olmuş. kardeş, ben tek başına kendi halinde bi adamım seni ben bu halimle mağdur edebiliyorsam git bi havuza falan gir de serinle. daha kafana kıtalar arası füze sallayacaklar.


anlatabiliyor muyum? ottan boktan mağdur olabiliyorsan, herkes, her şey seni kolayca incitebiliyorsa toleransı filan zaten tartışamazsın. bizim sabah akşam tayyip diye ağlayan muhalifimiz kafasına kuş sıçsa twitter'a koşup @emniyetgm menşınlıyor. sikerim senin at gözlüğünü. akp'nin polisi senin hakkını hukukunu koruyabilen bir şeyse zaten sen ne skime akp gitsin diye götünü yırtıyorsun ki? derdin dolarsa akp gidip chp gelse onun ineceği seviye taş çatlasın altıdır beştir. şurada hoşuna gitmeyen bir laf söylediğimde bizzat sen koşa koşa yetiş ya egm yetiş ya pöh diye ağlamayacak mısın?

popper bu atmosferde ne bok yesin? kendi sinir uçlarına odaklanmış, sahte acılar içinde kıvranan "kırılgan ruhlar"ın gerçekliği sınayabilecekleri ve ona müdahale edebilecekleri bir düşünce sistematikleri yok ki. reel tehditler ve hayali tehditleri ayırt edebilecekleri ölçütleri yok.

senin karşılaştığın istisnasız her duruma karşı tepkilerin standartsa neye tolerans gösterip neye göstermeyeceğini tartışmanın da anlamı olmaz. dolayısıyla ortada paradoks da kalmaz. çünkü buradaki tartışma ahlaki bir tartışma değildir. savunma sistemini düzgün organize ederken aynı zamanda belli bir konfor içinde yaşayabilme ihtiyacına dönük bir tartışmadır.

savaş durumundaysan konforu geriye itebilirsin. iktidarlar halka insan gibi yaşam sunmayı beceremiyorlarsa seni sürekli tetikte tutmaya çalışırlar. akp de bunu yapar, chp de bunu yapar, papua yeni gine mahcubiyet partisi de bunu yapar. niye? çünkü tehdit altındayken daha iyisini talep etmezsin. mevcudu koruma güdüsüyle hareket edersin.

bir taraf sürekli tetikteyken diğeri de aynı şekilde konumlanır. diyelim ki benim senle hiçbir problemim yok ama sen bir şekilde gaza getirildin bu durumda ben reel bir tehdit altındayımdır ve benim de her an tetikte olmam gerekir. açın oyun teorisini okuyun. dışardan bakan için çözüm zor değildir. win - win imkanı her zaman vardır ama pratikte bu bayağı fantezidir. çünkü insanlık biz ve sizden ibaret de değil. yüz küsur devlet kurmuş koduğumun çocukları. kim kime karşı nasıl gevşeyecek? en sevdiğin üç kişiyle ıssız bir adaya gidip hayat kurmaya çalışsan o adanın sahibi olduğunu söyleyip tepene bombalar yağdırmaya çalışacak en az bir düzine devlet çıkar.

uzun oldu ama ifade özgürlüğü meselesini kavrayabilmek için etrafı epeyce bir derleyip toplamamız gerek. neyin "şok edici fikir" neyin "reel tehdit" olduğunu net olarak kavrayabilmemiz gerek. reel tehditler ifade özgürlüğü kapsamında değildir. bunun tartışılacak bir tarafı yok. sıkıntı işte yukarda anlatmaya çalıştığım üzere toplum olarak ikisi arasındaki farkı anlayacak bir zihinsel olgunluğun henüz çok uzağında oluşumuz.
4