bu hissi ilk çocukken yaşadığımı hatırlıyorum. sanırım fazla sorgulayan bir çocuktum ve bu sayede ortalama türk erişkinin kafasını kullanmayı pek sevmediğini farkettim. misal ilkokulda yazı yazmayı öğreniyorsun, bu çizgiyi neden yukarıdan aşağıya çekiyoruz da aşağıdan yukarı çekmiyoruz diye soruyorsun. eşşek kadar adam bunun cevabını veremiyor lan... hadi o ana kadar bilmiyordu da o an beynini kullanıp, mantıklı bir sebep de bulamıyor yani. hayır anasını satayım, bir inşaat ustasına gitsen o sıvayı neden öyle çektiğini bilir yani...
lanet olsun ki yurtdışında akrabalarım da vardı. almanya'da kimsenin 3 basamaklı bir sayıyla iki basamaklı bir sayının çarpımı verip, alttaki toplamlarının boş hanesindeki rakamları bularak ölçülüp, "hmmm sen zeki bir çocuksun sanırım" diye seçilip gymnasium'a gönderilmediğini biliyordum yani... dedim ya, sorgulayan bir çocuktum. bildiğin su doku çözdürüyorlardı bize, bilimsel hiçbir değeri yoktu bunun. buna ayrılan zaman ve paranın hiçbir toplumsal faydası yoktu yani. öte taraftan almanya'daki yaşıtlarımın benim kadar stres yaşamadığını, manevi borç altında büyümediğini de görüyordum. gymnasium'a gitmek bir şeydi ama gitmemek de hayatın sonu değildi. herkese hayata atılacak bir fırsat veriliyordu, spor yapacak, bir hobi edinecek fırsat da veriliyordu. ama bizde bunların hepsi anadolu lisesi denilen kavramda toplanmıştı. ya oraya gidip ediniyordun, ya da gidemeyip kaderne razı oluyordun ki gene bizim mahalledeki ortaokuldan neden daha iyi bir basketbolcunun çıkamayacağının da cevabını bulamıyordum kafamda... ve ben bunları sordukça büyükler sinirleniyordu. çoğunun da sosyal dmeokrat geçinen tipler olduğunu söyleyeyim, hiç öyle godoş iç anadolu sağcısı değillerdi yani.
asi ama becerikli bir çocuktum, sınavı kazandım neticede... ama sistemi ilk sorgulamaya başladığım an o andır yani. ailem hadep'e oy verirdi ama bana ulusal bilinç verdiklerini söyleyemem. ulusal bilinç bir hayli geç gelişti bende... sistemi sorgulamam orada n doğru olmadı. ama sistemi sorguladığım için ulusal bilince ulaştım belki de... her neyse...
anadolu lisesine yazılmışım, hazırlıkta deli divane gibi ingilizce öğreniyorum. bu en imkanlı okulun bile spor salonunun, müzik odasının almanya'nın allahın siktirettiği bir kasabasındaki gesamtschule'den daha kötü olduğunu görüyorum. ve orada kafama koydum, madem bu yaşta ingilizce öğreniyorum. bunun için de imanım gevriyor, gidicem bu ülkeden abi... üniversite bitince gidicem. tam böyle ucundan kıysıından anne babanın devlet dersinde gördüğü işkenceleri de öğrenmeye başladığın, ufak tefek kulak misafiri olduğun dönem...
bu duyguyu ilk o yaşlarda tattım, insan gitmeyi kafasına koyunca içinde bulunduğu kültürel alan her şeyiyle batmaya başlıyor. milliyetçilikten tut, oruç tutmaya her şeyle dalga geçmeye başlıyorsun ve ne kadar söylemeye can atmasan da ağzından dökülüyor işte... neden olduğunu anlamadığım bir şekilde bu ailemde korkunç bir panik yarattı, hemen beni bu sapık düşünceden uzaklaştırmak için girdiler yapmaya başladılar.
serkan bayrak gibi anti sosyal kişilik bozukluğum olduğunu düşünmüyorum ama bir noktada ona benziyorum sanırım, kafamda hayalini kurduğum şeyi yapmak için girişimde bulunmaktan çekinmiyorum. belki evden kaçmıyorum ama buna şu yoldan ulaşılır diyorsam o yolda yürümekten çekinmiyorum yani... galiba bizimkileri benim bu düşündüğüm her şeyi pratiğe geçirme huyum ürküttü. o yaşta bile ortaya çıkması ürküttü... memur çocuğu sağlamcılıklarına ters geldi. biraz da kendi yürüdükleri yolla yapamadıkları hesaplaşmalarının, yenildikleri yetmezmiş gibi bir de bizzat kendi aile ortamlarında bir mağdur shaming yaşamalarının da payı vardır sanırım. benim de bunları yaşamamı istemediler. ama bugün hata yaptıklarını kendileri de kabul ediyorlar.
neyse beni avrupa hayalinden vazgeçirmek için yapacakları girdi "almanya bitti almanya'da hayat yok" olamazdı elbette... mevcut sistem sınırları içerisinde batı, türkiye'yi her türlü döverdi. işte bu girdiler direk kapitalist sisteme gömülerek yapıldı, sen orada sokakta açlıktan öl bir kiş dönüp bakmaz gibi evsizler var gibi... o girdiler olmasa leş bir liberal olurdum herhalde ve bugün çok daha mutlu bir hayatım vardı, ondan eminim. sosyalist olmamda o dönem ısrarla yapılan bu tarz girdilerin payı vardır. pişman mıyım? çok da değilim. ama günün sonunda gene kendi kıçımın derdine düşeceksem ilk günden düşmenin hiçbir sakıncası yoktu yani... bizimkiler bendeki bu yırtıklığı törpülerken aslında benim "ne çok önde ne çok geride" durarak kendimi korumamı sağlamadılar. aksine daha az yıpranacağım yolları kapattılar, bunu seçmediğim için gene bana sardılar. eh bunu anlamaları da nereden baksan bir 20 yılı buldu...
neyse o arada okulda farklı bir çevre edindim, ilk sigara ilk bira derken bir sosyalizasyon yaşadım ve o dünya da hoşuma gitti. sanırım overthinkingden kurtulduğum ve hayatın tadını çıkartmayı öğrendiğim evre o dönemdir. insanlar keyif adamı olduğumu ve yaşamayı bildiğimi söyler. o benim evden öğrendiğim bir şey değildir, ortaokul lise yıllarında yeni edindiğim çevreden aldığım bir şeydir. orada yavaş yavaş endüstri toplumu disiplininden latin romantikliğine de geçiş yaptım. hayatı çok ciddiye almanın gerekli olmadığını farkedince çalışmayı da çok ciddiye almıyorsun. kafanda kutsal bir değer olmaktan çıkıyor. eh işte rock'n roll ve kızlar da devreye girmeye başlıyor tam o sıralarda... ama bu da başka bir generation conflict çünkü ailem böyle bir hayattan gelmiyor. belki beni liboş olmaktan da kızıl komünist olmaktan da, kürt milliyetçisi olmaktan da, avrupa'ya gitme hayaliyle yanıp tutuşan atarlı bir ergen olmaktan da kurtardılar ama oğulları hiç yaşamadıkları ve tanımadıkları, işin kötüsü görünce de yadırgadıkları bir hayatı yaşıyordu artık. baya bir zorlandılar açıkçası... ben olsam ne yapardım, hiç bilmiyorum. bir şeyi tanımamak kötü şey velhasıl...
bu kuşak çatışması bende başka bir liberalizmi tetikleyebilirdi ama allahtan sıkı okuyan bir liseliydim. boş derslerde test çözen değil kitap okuyan tayfadandım da inceden politik metinlere yöneldim. serde alevilik de kürtlük de olunca, sorgulayan da bir kafan olunca sana inkılap tarihinde öğretilen resmi ideolojinin tel tel döküldüğünü de görüyorsun. kemalizm üzerine yazan fikret başkaya gibi, ismail beşikçi gibi, yalçın küçük gibi yazarları da okumaya başlıyorsun. evde var zaten... oradan da marksizme ilgi duyman fazla sürmüyor. o noktada annemin kaygıları çok fazla olsa da babamın örgütlenme noktasında olmasa bile araştırma, öğrenme noktasında çok teşvik edici ve destekleyici olduğunu söyleyebilirim. o zaman bile "bu ne ya" dediğim bir kitaptır ama bana "marksizme buradan başla" diye
felsefenin temel ilkelerini veren llk kişidir... daha ulusal bilince ulaşmasam da bugünkü kimliğimin ilk zuhur ettiği dönemin o zamanlar olduğunu söyleyebilirim. ancak kafamda hiçbir gelecek hedefinin kalmadığı da bir dönemdi. ne avrupa'ya kapağı atmak ne de mühendis olmak istemiyordum. aslında sosyal bilimlere dadansam bu iyi bir okuyucu olmaqm sayesinde bir şeyler yapabileceğimin farkındaydım ama 13 yaşında "ben avrupa'ya gidicem" diyen çocuğun yırtıklığından da çok uzaktaydım işte... öte taraftan kimi yaşıtım olan liseliler gibi profesyonel devrimci olma hayali de kurmuyordum. sanırım bana o yıllarda yapılan en büyük kötülük hayal kurmayı unutturmak oldu... kalburüstü bir üniversite kazandım ama hiçbir hedefi olmayan avare bir genç olarak geldim açıkçası. o noktada babam da sarsıp, "bak olum şunu yap şu yüzden yap yaparsın da" demedi... bu benim kendi adıma çıkardığım derslerden birisidir, bir çocuğa hep ne olmayacağını söylerseniz sonunda bir şey olmaz. bir şey olma kapasiteisni öldürürsünüz. biraz da ne olacağını, ne yapacağını söylemeniz lazım. mesela benim lisede illegal bir sol örgütün üyesi olan arkadaşım da vardı, ailesi sağcıydı. ama çocukla onca tartışmalarına rağmen hiçbir şey için yapma demediler. yapma dedikleri bir şey varsa gerçekten ideolojik anlaşmazlıktan dolayıydı, yoksa "solcu ol ama örgütlenme" falan demediler. hatta odtü yazmasına önayak oldular... ben tüm bunları "gariplerim devrim odtü'de yapılacak zannediyorlar herhalde" diye küçümseyerek dinlerdim. ama şimdi farkediyorum, benim yaptığım kendi rengini belli etmeden herkese gömen bir liberal yavşaklıkmış aslında... adam doğru veya yanlış, oğluna "sen solcusun odtü de solcu üniversite oraya git" diyor. ama bir şey diyor... eh bir şey diyince adamı eleştirebiliyorsun. ama sen bir şey demeyince kimse sana bir şey de diyemiyor işte... ama bu daha başarılı olduğun anlamına gelmiyor.
tkp'lilerin bana elattığında herhalde en çok etkilendikleri vasfım tartışmalardaki bu muğlaklık ve bilimsel şüphecilik kisvesi altında net olan bütün önermelere gömebilme yeteneğimdi =) çünkü kendilerinin de sıklıkla kullandığı yöntem buydu. ha bir de daha çok alt kademeden duyduğum "yırtık çocuksun" lafı vardı bir de... ama bunun üst organlarda pek övüldüğünü zannetmiyorum. ama "siktiret içeride dönüştürürüz kanka" demişlerdir herhalde... çünkü yırtıklık taşın altına elini koymayı ve şef otoritesinden bağımsızlaşmayı da getirir. sonunda ne kadar kendime bir doğrultu çizme yeteneğimi kaybetmiş olsam da, net olmaktansa muğlaklığın konforunu tercih etsem de hala bile çocukluktaki doğru bildiğimi yapma iradem duruyormuş demek ki... ama süreç gösterdi, yoldaşlarda bendeki kadar bile yokmuş o irade...
neyse bu hikayeyi anlatma sebebim şunlar:
1- ben günümüzde gidenlerin ve gitmek isteyenlerin türkiye'nin her eyine gömme psikolojisini çocukken yaşadımi anlayabiliyorum
2- oradan iki çıkış vardı, ya leş liboş olmak ya da kıpkızıl komünist olmak... ben ikisini de olmak istemedim, ikisinden de kaçtım. ama sonuçta o muğlaklığın zararını gördüm hayatımda... faydasından çok zararını gördüm.
3- burası
çokomelli, beni türkiye'ye bağlayan da tam bu muğlaklık ve adamsendecilikmiş aslında... ha bir de o hayat içinde sevdiğim, sevildiğim kadınlar.
o yüzden jülyen jülyen gitmektense siktir olup gitmek iyidir. kafada her şeyi net bir şekilde bitirmek iyidir. çemberin içindeyken kafanın dışında kalmasından yeğdir. ama dediğim gibi gerçekten siktir olup gitmek istiyorsanız, türkiye'yle tek sorununuz euro kuru olmamalı...