yaşama sanatı

sngl sngl
hayatın tüm gerçeklerini, iyisiyle kötüsüyle acısıyla yaşama ve bundan ne olursa olsun zevk alabilme sonucunda mutlu olabilme, başarıya oluşabilme yetilerini barındıran ve a'dan z'ye tüm sanatların çıkış noktası onları kapsayan ve bünyesinde bulunduran sanattır.

bilindiği üzere sanat; yetenek üzerine yahut kendini sürekli geliştirmeyle olabilecek bir şeydir. biraz tanrı vergisi biraz kişinin yeteneklerini keşfedebilmesi ve üzerine düşmesiyle su üstüne çıkar. emek ister, zaman ister. yaşama sanatıda böyledir. hayattaki tüm duyguları en içten şekilde yaşayabilmek. uçurumun kenarında değil, düşerken bile gülümseyebilmektir.

jean jacques rouseau şöyle demiş bu konu hakkında;

" birçok insan matematiğin yasalarını bilir. güzel sanatların da birçoğunda beceri sahibidir. fakat çoğu insan yaşamı yöneten yasalarla, yaşama sanatı denilen o güç sanat hakkında az şey bilirler. bir insan bir uçak yapabilir ve onunla bütün dünya'yı baştan başa dolaşabilir. fakat nasıl mutlu, başarılı ve memnun olunacağının; o basit sanatın tamamiyle cahilidir. sanatları öğrenirken, lisetenin en başına yaşanama sanatını koymayı unutma! "

denildiği gibi pek çoğumuzun var olduğunu bildiği ancak öğrenmek için çabalamadığı işbu sebeplede dünyamızın üstünde kara bulutlar gezindiren sanattır, ve diğer sanatlarla mukayese edildiğinde göreceliği oldukça azdır. zira hayatın hiçbir anlamda acıması yoktur, acıması olmadığı gibi affıda yoktur. insanın önüne bir çok yol bir çok yön serer. seçmede iradesini kullandırtır. sonuçları ve varacağı yerleri nettir, ama yaşanılacak heyecanlar çekilecek acılar paylaşılacak mutluluklar farklıdır. ama haticeye değil neticeye baktığımızda ya başarı dolayısıyla mutluluk ya da başarısızlık dolayısıyla karamsarlık perişanlık mutsuzluk.. uzar da gider. eğer yanlış yola saptın mı kendini toparlaman için kaç yaşında olursan ol, enerjin ne kadar tükenmiş olsada o yolda devam edebileceğin kudreti ve şansı her daim verir. ama bir yere kadardır. arka arkaya zincir misali hatalarla karşısına çıkarsan, öyle bir fiske vururki bu sanata rönesansın r'sini getiremezsin. ama birkaç tercihin yanlış olsa dahi son anda paçayı yırtmışsan, son anda yönünü bulmuşsan vazgeçmişsen şeytanın kanatlarından. başta seçeceğin doğru yol ile varacağın nokta aynı olacaktır. yani çıkarılacağı gibi hayat sanatı daima umut ister, sadakat ister ve hatalarından dönmeyi ister. yaparsın yapmazsın kendi bileceğin iştir. ve tum bunları sana eşsiz güzelliğiyle sunar, tabi görebilene.

başka bir deyişle hayat define avı değil definenin tam kendisidir. bitmek tükenmez güzellikleri, doyulmaz tarif edilemez duygularıyla. hangi birimiz sevdiceğimizin -sevebilen için geçerlidir- bir gülüşüne dünyaları değişmeyiz ki. hangimiz ileride doğacak çocuğumuz için gece gündüz uykusuz kalmayız, bir lokma ekmeğimiz yoksa paylaşmayız ki ? elbette hepimiz. işte bu gibi tüm güzel duyguları içinde barındırır, uçuruma sürüklediği gibi hayat. önemli olan tutunmayı bilebilmek. bakmayı değil görmeyi öğrenmektir. kapitalizmin getirdiği para hırsıyla maddi çıkarlar üstüne değil, az biraz maneviyat ve mutluluğun asla satın alınamayacağı üzerinde durduğunda, bu ihtimali sevdiğinde güzeldir hayat.

çağ gereği bireylerin toplum içinde yaşamasıyla aynı sanat akımları gibi, sanat için toplum ve toplum için sanat kavramlarıyla da örtüşür, yaşama sanatı. bireyler toplum içinde yapmalıdırlar, ya da farkıda olmadan yapıyorlar en azından uğraşıyorlardır bu sanat için. biraz toparlayamamış olsamda işin daha özü; iletişimdir. bu sanat dalında ki en önemli etkenlerden birisdir. resmin boyası, müziğin çalgı aletidir iletişim. bireyi var edende yok edende iletişimdir. karşındakini anlatma ve kendini anlatabilme. zira hangi birimiz ekmeğini sadece kendisi yapıyor, buğdayından yumurtasına kadar ? ya da kazağımızı hangimiz kendimiz örüyoruz, ipliği kendimiz hazırlayıp ? yani muhtacız, toplumun getirdiklerine, getireceklerine. işte bu sebeple iletişim, iletişimden doğan anlayış çok önemlidir. bunun içinde dolaylıda olsa okumayı ve dinlemeyi bilmek, kendi tecrübelerini paylaşmak insanların tecrübelerinden yararlanmak şarttır ki " kelimerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız" görüşüyle paralellik göstersin.

biraz karışık, biraz kurgumsu bir sanattır, yaşama sanatı. gün gelir vezir gün gelir sefil eder. ama nihayetinde nefes aldığını bilmek bu sanat için emek verdiğini görmektir. hele birde başarı gelirse, koltuğuna rahatça yaslanıp, eşinin getirdiği poğaça börek ilen açıp başlarsın okumaya kıyamadığın en güzel kitabına, kim bilir belkide sen bir kitap yazarsın ? sanat bu belli mi olur ?
die for morrison die for morrison
çoook eski zamanlarda fiziksel güç, cesaret filan gerektiren asil bir sanattı bu. ne güzel geçinip gidiyorduk işte. her şeyin boka sarışı insanların birbirilerindeki ruhsal çıplaklığı ve yeni kıtaları keşfetme dönemine denk geliyor.

yaşama sanatı artık biraz arsızlık, biraz fırlamalık, çoğunlukla itaat, ikili oynama, sabah erken uyanıp sokaktaki kalabalığa karışma, yığınlaşma, sıradanlaşma, formaliteleşme, "nbraskımnapıosun"laşma ve "iyiymbebeqmsennapıosun"laşma, sabah ağrımayan midelerle uyanma, geceleri deliksiz uykular uyuma, iş-güç-eş-aş-ev-bark ikilemelerinde gidip gelme, özgüven vesaire barındırıyor.

bol bol göz teması bir de.

"yaaa bak geçen bi kitap okudum çok güzel bi kişisel gelişim kitabıydı. göz temasının öneminden bahsediyoo. gözlerini kaçıran insan yalan söylermiş hem. bi de şey diycem, falanca dersin notları var mı sende?"

diyor. ve o andan itibaren okuduğu kişisel gelişim kitaplarının doğruluklarını kanıtlamak istercesine gözlerini gözlerime dikiyor. gözlerinin nasıl öyle sabit bakabildiğine şaşırıyorum. saniyeler boyunca benim gözlerim velet gibi sağa sola filan kaçışırken onunkiler sabit. o an her şey o kadar garip geliyor ki, yani bir insan nasıl gözlerini dikip bakabilir, gözleri temas kurma üzerine eğitim almış gibi. o kadar şaşırıyorum ki. soru sorduğunu, sorusuna cevap vermem gerektiğini unutuyorum. en sonunda...

"var tabi, vereyim" diyebiliyorum.

"ama gözlerini kaçırdın sen. yok mu elinde not, niye yalan söylüyorsun?"

siker misin sabaha mı bırakırsın? gözlerini mi oyarsın yoksa kendi gözlerini bir takım alet edavatla sabit tutmaya mı çalışırsın? güler misin ağlar mısın? ölür müsün, öldürür müsün? ... türünden ikilemlere boğulan bünyeme yine özgüven dolu bir edayla veda ederek gidiyor. gidişi ne kadar farklı tanrım. "açılın ben geliyorum" diyor. ve ağaçlar, insanlar, sinekler yol veriyorlar ona. bir garip.

özetle canlar; yaşama sanatının en temel gereklerinden biri olan göz teması kurma dersi notlarınızı asla atmayınız. evinizdeki gizli çekmecelerin en özel bölümlerinde saklayıp çoluk çocuğunuza miras olarak bırakınız. kurdukları her göz temasında size minnet ve şükranla küfredeceklerdir.

bir sonraki dersimiz: sokakta yürümenin incelikleri ve sokağa çıkmadan önce yapılacaklar. deftersiz ve kitapsız geleni derse almayacağım. notlarınıza iyice çalışın. gömdüm.
die for morrison die for morrison
rüyalarında soluk soluğa koştuğun, seviştiğin, ıssız sokaklara sapıp kaçtığın, kovaladığın her şey sabah sırtında bir ağrı ve bedeninde bir kasılma halini almışken aslında hiç uyumamış olduğunu fark edersin. gözlerini açmaya başladığın ilk an gözlerine sızan şey sapsarı ve sevimli günışığı değildir. gözlerinden önce ruhuna bir şeyler sızmıştır çünkü. en sevdiğin sanatçının öldüğü, sevdiğin herkesin öldüğü ve dışarda yani adına sokak denilen o zerzevat yığınında sevmeye değer bir şey olmadığı gerçeğiyle yüzleşerek uyanmışsındır işte. sen daha "jim morrison öldü mü, ciddi misin panpa?" diye düşünürken, yaşama sanatı konusunda ihtisas yapmış diğerleri çoktan sıcak yataklarından çıkıp sıcak banyolarına, sıcak mutfaklarına, sıcak sevgililerine kavuşmuşlardır bile. oysa yatakların dışında her yer soğuktu sana göre. ve yaşamayı bildiği gibi ölmeyi bilmeyeceklerin hepsi ölüydü. ne gerek vardı bütün bunlara.

sen yatakta lanetler okuya okuya doğruladur; diğerleri çoktan dişlerini fırçaladı, kahvaltılarını yaptı, yüzlerini yıkadı, yataktan kalktı, giyindi filan. işte sen bu sıralamayı bile o kadar bilmiyorsun ki uyanınca hissettiğin o ilk acıdan sonraki on dakikayı aç karnına üst üste sigaralar yakarak ve "yaşamak denen bir şey varmış bugün ondan yapıcam ama nasıl ola ki, ilk adım ne olmalı mesela?" diye düşünerek geçiriyorsun. diğerlerinin kahvaltıları bitti bu arada.

sen dolabın karşısına geçip "bugün ne giysem de görünmez olsam, yok olsam?" diye düşünürken diğerleri traşlarını olup, makyajlarını yapıp, parfümlerini sıkıp, aynada son rötuşlarını yapıp evden dışarı çıktılar bile.

aynı anda tik tak tik tak şeklindeydiler zamanın, mekanın, hayatın. aynı oranda beyaz ve düzgündü dişleri. binlerce, onbinlerce, milyonlarca, milyarlarca kapı aynı anda kapanırken sen hala bir fırçaya bir diş macununa bakarak limon-karbonat ikilisinin mi yoksa naneli diş macununun mu daha etkili olacağını düşünüyorsun. arada bir diz çöküp "demek dostoyevski artık yok ha?" gibisinden şeyler geveliyorsun. çocukken bütün şapkalardan tavşan çıkmasını beklediğin gibi bu kez de aynadan önce sakalları, sonra gepgeniş sonsuz alnı ve yüce beyniyle dostoyevski çıksın diye bekliyorsun. boşuna beklediğini bile bile beklemeyi tercih ettiğinden olsa gerek mütemadiyen geç kalıp mütemadiyen mor gözaltlarınla sokağa çıkıp diğerlerinin huzurunu ve yaşama sevincini gölgeliyorsun. bu yüzden evlere, karanlık odalara kilitlemeli seni. ama istediğin tam da bu değil mi? sana bu mutluluğu yaşatmayacağımızı biliyorsun. seni kendinle başbaşa sonsuza dek ekmek elden su gölden bırakmayız tabi ki. önce başını okşar, öğütler veririz. anlamazsan bu kez biraz daha sert olur okşayışlarımız. diretirsen eğer, saçını, başını, ruhunu, varlığını, kertenkelelerini ve sonsuz rus sakallarını yolarız.

sokağa çıkmalısın. yere bakmadan yürümeyi öğrenmelisin. çok küçükken okuldan eve dönüşünde yerde bulduğun, bir desteden uçan yüz doları sahibine verdiğin günden beri yere bakmak yasak sana. o günden belliydi yaşamayı öğrenemeyeceğin. paranın sahibi adam da bunu bildiğinden bir teşekkür bile etmedi sana. ödül mü bekliyordun, ne umuyordun sanki ha? ne umuyordun ha-ha!

bu dersi geçemezsin biliyoruz. ama yine de sana şans vermiş gibi görünerek aslında sana acı çektirmek, şapşallığını izlemek büyük keyif veriyor bize.

- siz kimsiniz?

- biz, senin olamadığın ve olamayacağın herkesiz.

- yeter öyleyse, gidin. gidin çünkü kafamı siktiniz.
paradigmahatunu paradigmahatunu
erich fromm'un canım eseridir. her cümlesi bizdendir, halktandır, geliştirilebilir niteliktedir. ilişkilerin alışverişe dönüşmüşlüğünden yakınır, bene bunu bunu bunu bunu verirse şeklinde özetlenebilecek kriterler silsilesini yüzümüze vurur.
çulkaturin çulkaturin
yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu belli etmemekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı bırakıp giderler bizi.
tonguç tonguç
herşey tezatını özgürleştirdiği sürece makbuldür. bu dünyadan göçerken özgür bir birey olarak göç ediyorsan sanatı icra etmişsindir.